Spil dağının koyu gölgeleri altında sessiz yaşayan Sultanlar Şehri Manisa, azamet ve ihtişamını ebedileştiren eserlerini kaybetmeyeceği kanaatında idi. Kundakçı komitalatın saçacağı kıvılcımlarla bu elmas şehrin tahrip edileceğini ummazdı.

Halbuki yeşil şehir, bu tablo karşısında, hareketsiz ve sessiz yarınki geleceğini düşünerek ağlıyor, inliyordu.

Tarihiyle gökleri seyreden bu güzel şehir, kanlı bir zulmet içinde boğularak yıldırımlara dönüşen ordusunu bekliyor, ölümün yırtıcı tırnaklarından kurtulmayı diliyordu.

Geçmişi canlandıran bu inci şehir, Roma’nın kapitol’ü gibi, yıkılmış kulelerle çevrilmiş viran bir kalesi,Paris’in Notrdam’ı gibi, muazzam ve muhteşem mabetleri, Roma’nın Avantin Dağı gibi ihtiyar, kanbur spil’i ile yaşadığı saf hayatının katillerle parçalanacağına inanmaya başlamıştı. Çünkü halk güvenilir bir dayanak noktası oluşturan bu yerlerde hayatını, ırzını korumak için her çeşit  vasıtadan yoksundu.

Spil dağının umumi istikametine dikey olarak şehrin kenarına doğru hafif meyille seyreden: Mevlevihane, Kırtık, Çaybaşı (Akbaldır) vadileriyle, dere ve tepelerdeki, eski surların bakıye enkazı ve kale mazgalları arasındaki insan kalabalığı, kadın vaveylası, çocuk çığlıkları ortalığı küçük bir mahşere çeviriyordu…

Bu sırada Vahdet-i Müsellese de yenilginin acısı ile sarhoş bir halde şehrin sokaklarından geçiyordu. Bu katiller bir taraftan da sokak başlarını tutarak masum halkı yerlere seriyor, onları atların altında, tüfek dipçikleri ve süngülerle çiğniyorlardı. Gayeleri evvela soygun, sonra katliam idi…

...Kırtık deresi istikametinde silah çatışması duyuldu. Bir saat kadar devam etti ve durdu. Silah sesleri kesilir kesilmez birliklerimiz yanmış kül olmuş şehre üç koldan girmeye başladı… Askerimizin yüzü gözü toz içinde idi. Süvarilerimize halk ancak su verebildi. Yiyecek namına birşey kalmamıştı. En sevinçli ve en kederli günümüz bu gündü. Asker ve halk sevinç gözyaşı döküyordu. Canımız ve vatanımız kurtulmuştu. Düğer yaraftan ise ne ev kalmış ne de mağazalar. Ne varsa hepsi kül olup gitmişti. İçimizde beslediğimiz yerli rumlar ve ermenilerin hıyanet ve azgınlıkları cezasız kalmamış intikam alınmıştı. Alıntı: M.Nuri Yörükoğlu/Manisa Yangını

İşgal vuku bulduğunda halkın önce silahları toplatıldı. Rum ve ermeniler ile soysuz işbirlikçileri kimde silah tabanca tüfek var ve olması muhtemel evlere baskın yaptırdılar. Genç ve eli silah tutanlar cepheden cepheye koşarken Manisa savunmamız yaşlı, kadın genç kızlar ve çocuklardan ibaretti. Mustafa Kemal’in düşmanları önüne katıp Manisa’ya yaklaştığı haberini alan Yunan askerlerinin halka çeşitli zulüm, tecavüz ve mezalimi her geçen artıyordu. Çareyi dağa kaçmakta bulan kadın ve yaşlılara birkaç orta yaşlarda halk yardım ediyordu. Artık ne ev ne mal ne de kurtulma umutları kalmamıştı.

Her yönden alevler yükseliyor Manisa’yı kapkara duman kaplamış evlerinin cayır cayır yanmasını dağdan, aç susuz bilaç yaşlı gözler ile izliyorlardı. Manisa’yı yangından kurtarmak için var gücüyle Manisa’ya yaklaşan Mustafa Kemal’in Mehmetçikleri yorgun bitkin ama inançlı bir şekilde Yunan palikaryalarını sefilleri, fersudeleri, ırz düşmanlarını önlerine katmış kimini yere seriyor, kimini esir alıyor, ezip geçiyordu.

Mösyö Franklin Buyyon Manisa seyahatini hükümetimizin tahsis ettiği trenle yapmış ve Manisa’da gördüğü tahribattan ve mezalimden son derece müteessir olmuş ve nefret etmiştir. “Güzel ve latif şehir olan Manisa Yunanlılar tarafından yakılmıştır. Tasavvuf edinizki 11.000 ikametgahtan 10.000’i mahvolmuştur. 15 cami, 4 havra, 3700 kişinin alevler arasında yandığı40.000 kişinin haneberduş bir halde bulunduğunu tesbit etmiştir. Alıntı: M.Nuri Yörükoğlu/Manisa Yangını

Yıllardır Manisa Yangını diyerek anlattığımız ama vahametini, acıklı halini, insanlık dışı vahşeti yakın zamanda yine Fransız Albert Khann’ın (yangından bir iki ay sonra çekilmiş) fotoğraf albümündeki yanan Manisa fotoğraflarından gördüğümüz (bugüne kadar neden yoktu göremedik o da ayrı bir konu) zaman anladık. Rahmetli  babam annem çocuklar o zaman babalarından duyduklarını bize sık sık anlatmışlardı ancak fotoğraflar kadar etkili olmamıştı.

14.Temmuz.1889’da Padişah Abdülhamit’in Japonya’ya gönderdiği Ertuğrul Fırkateyni dönüşte azgın dalgalar ile birlikte gece vakti Funakara kayalıklarına çarparak parçalanmıştı, kayalıkların yakınındaki Kaşino köy halkı bu kazanın olduğu yerde kayalıkların olduğu bölgede bir tepeye kazazedeler ve Osmanlı’ya saygının adına bir anıt dikmişlerdir.

Manisa’mız tarihinde yaşadığı bu vahşeti ve zulmü unutturmamak adına bu yangın ve mezalimin hatırlanması, lanetlenmesi ve kurtuluşumuzun kutlanması anısına (kardeş ve Türk Devletlerini de davet ederek) gelecek kuşaklara mutlaka bir kanıt, bir anıt, bir tarihçe, bırakmalıyız.

Her yıl kutladığımız 8 Eylül Kurtuluş Günü’müzü bu anıtı ziyaret ederek çelenkler koyarak hatırlamalıyız.