“Yağmur yağıyor seller akıyor arap kızı camdan bakıyor.” Bu şarkıyı çocukluğumuzda her yağmur yağdığında söylerdik camın kenarına oturmuş ellerimiz çenemizde sen bakacaksın ben bakacağım diyerek kardeşlerimiz ile itileşir sonra kimse camdan bakamaz ya annemizin azarıyla ya da kafa göz girdiğimiz kardeşimizle küsüşürdük. “Yağmur yağıyor seller akıyor arap kızı camdan bakıyor.”


 

Evet bu şarkıydı ama içinde nasihat saklıymış. Biz hala aynı şarkıyı çocuklarımıza torunlarımıza anlatırken hem o günleri canlandırır hem de bu şarkıyı söyleriz yani hala camdan bakıp yağmuru seyrediyoruz akan sulara oluşan selciklere bakıyoruz.


 

Onun her bir damlasının bereket olduğunu akan sellerin toplanması gerektiğini akıl erdiremiyoruz. “Nasıl olsa şimdi olmasa yarın mutlaka yağmur yağacak Allah’ın bereketi kesilir mi?” Ama Allah bereketi verirken bizlere bu bereketi kullanmak değerlendirmek geleceğimizin idamesi için gereken uygulamalarda kullanmamız için akıl fikir de vermiş. Oysa havai aklımız şarkılara takılmış.


 

Yağmurda aşık olur. Beraber ıslanırız, gibi şarkıların birçoğu yağmur üzerine yazılmış söylenmiştir. Romantik melodilerin nağmeleri aşklarımızı hatırlatırken gözlerimiz herbir damlacığa takılı kalır. Ayrıca o damlacıkların başka bir duygusal kanaldan aktığı da bu müstesna anda dökülür.


 

Gökkuşağının renkleri altından geçmek hevesleri romantik yağmur sonrasının coşkusunu dillendirir, sevinç nidaları ile baka kalırız. Tüm bunların birer tabiat olayı olduğu, romantizmin sarhoşluğundan gerçeğe döndüğümüzü bir türlü kabullenmeyiz.


 

Ama gerçek, bir tokat gibi patladığında vaktin çok geç olduğunu camdan bakmaların boş hayal, akan sellerin sonumuz olduğunu o zaman anlarız. Çağlayan ırmaklar, gürüldeyen dereler, zerreciklerin sis perdesi oluşturduğu şelaleler, denizi andıran göller. Kararan iç dünyamızın mahzun görüntüsü haline dönüştüğünde ne akan ırmaklar, yatağındaki taşlara kayalara vuran sularının sessizliğe büründüğü dereler, göllerin kenarında susuz kalmış çatlamış yapısıyla yana devrilmiş göl balıkçılarının sandalları kırık kürekler ve yürekler, baraj sularının tepeciklerin yamaçlarına suyun her çekilişinde çizdiği çizgiler ve endişeli bekleyişler.


 

İklimler mi değişiyor? Tabiatın dengesini bozduğumuzun laneti mi? Adına bereket dediğimiz yağmurların günahının çekilmesi mi? Nedir? Ormanların maden ocaklarına teslim edilmesi, asırlık ağaçların göğe uzanan gövdelerinin zarlayan motor sesleriyle yıllardır süregelen ömürlerinin saniyeler içerisinde yok edilmesi mi? Hesapsız, kitapsız, layüsel bir şekilde suların kullanılması mı? Tarım gıda diyerek önem verdiğimiz toprakların yıllardır düzensiz sulanması mı? Bu toprakların derinliklerinin çeşitli amaçlar için burularak delinmesiyle arzın merkezine inilmesinden mi?


 

Artık demir almak zamanı mı geldi limandan? Meçhule gidiş midir, zamandan? Arap kızı artık bakmıyor camdan, romantizmin hayalleri süzülmüyor yanaklardan. Gerçek bir tokat gibi vururken vakit geçmiş, rüzgar susmuş, bulutlar küsmüş, kararan dünyamızın kasveti çökmüştür.


 

İklim değişikliği söylemleri aklımıza getirirken susuz kalacağımızın vahametini, yağmur duasına çıkıyoruz ama onda da giderken yanımıza şemsiye almıyoruz. Çimlerin yeşilinden, boşa akıttığımız sulardan, klozet depolarından hala aynı oranda boşalan tertemiz sulardan, duşun altında sıcak suyun verdiği gevşemelerden, daha birçok konforumuz ve umursamaz davranışlarımızdan, çocukluğumuzda hal ve gidişlerden pekiyi aldıklarımızdan bunca yaşımıza rağmen sınıfta kalıyoruz ve çok önceden sınava hazırlanmamız gerekirken bugün dahi dersimize çalışmıyor ödevimizi yapmıyoruz.