Efendim,
organize sanayi bölge planlaması ve uygulaması 1960-65'li yıllara rastlar. Manisa nüfusu 45-50.000 civarında tarımla geçimini sağlayan göç almamış geçim telaşı, memur maaşı olmayan bir şehirdi.
Okullarda
tek tedrisat yapılır bizler okula sabah gider akşam gelirdik. Orta okul lise binaları yeterli olup sınıflar 25-35 kişilikti. Üniversitemiz yoktu ama Üç büyük şehirdekiler yetiyordu.
Şehir
içerisinde ki yollar caddeler ulaşım için çok rahat olmasına rağmen Manisa'lı aracı ve toplu ulaşım otobüsleri pek tercih etmez yaya olarak bisiklet ve az da olsa motosikletle işe, gezmeye, çarşı pazara, sağa sola giderlerdi.
Evler
cadde üzerindekiler hariç diğer sokaklarda ki evler yer evi ve iki katlılardı zaten genel olarak evler en fazla yığma üç katlıydı. Bahçeleri var yaz aylarında hayat bahçede geçerdi.
Park
alanları öyle peyzaj planlı değil, gür ağaçlıklıydı, babannemin bahçesinde ki güllerin aynısı parklarda da vardı. Parkın bir köşesinde ki gazinonun tahta sandalyelerine oturulur, lüks içecek olan beyaz gazoz içerdik. Evler bahçeli ve herkesin bağı olduğundan
parklara pek çıkılmaz, çıkıldığı devirler geldiğinde müşteri çekmek için her parkın Ulupark, Fatih Parkı Çocuk parklarında orkestralar olurdu.
Kütüphanemiz
kitapsaray ve bir iki çocuk kütüphanelerinden ibaretti ama her kütüphaneye gidilir okul ödevleri yapılır, ödünç kitaplar alınırdı.
Müzemiz
Muradiye Camisinin külliyesinden bozma olmasına rağmen Manisa’lı pek rağbet etmez çünkü her yanımız tarihi eser; yıkık binalar, dar çıkmaz sokak dokuları, bahçeli hayatlı evlerimiz, biz kendimiz tarihi eserdik.
Ağaçlarımız;
boş arsalarda Kokar ağaçları, caddelerde Kobalaklar, Sultan Parkı dutluk, Fatih Parkı çamlıktı.
Üç
tane hastanemiz vardı. Hastanelerimiz bakımlıydı, hastane mikrobu, virüs mirüs bulaşmazdı, girene çıkana, yatana kalkana.
Devlet
Hastanesi, Doğumevi, Moris Şinasi Çocuk Hastanesi, ağaçların yeşilliklerin arasındaydı. Doktorları Manisa'lıyı tanır, hastalarına isimle hitap eder aile doktoru gibiydiler. Bir çok yaşlıyı konuşarak, moral vererek tedavi eder reçeteye bir iki ilaç da sararak
evine gönderirdi. Hasta olduğunuzda doktorun muayenehanesine gider doktor “Siz araba alın gelin bende çantamı hazırlayayım” der taksilerin olmadığı zamanlarda fayton tutulur kapının önüne gelinir doktorla beraber hastaya gidilirdi. Kinin her hastalığa iyi
gelen bir ilaç olmasına rağmen aspirin gripin mutlaka reçetenin altında yerini alırdı. Zaten o zamanlar bu kadar da hastalık yoktu.
Memurlar
hiç bir mesaiyi aksatmaz saatinde gelir, müdürler de hemen ardından gelirlerdi. Okumuş insan oldukları için alau vala ile işe başlarlar el pençe divan yanlarına yaklaşırken onlar burnunun ucunda ki gözlüğün tepesinden şöyle bir bakınca düzen intizam asayiş
berkemal olurdu.
Eczacıların
çok eskileri bankosunun arkasındaki perdenin arkasında ilaç yaparlar, çok yaşlılar, bu tür ilaçları sipariş ederlerken kendilerinin doktoruydular “Eczacı bey benim hastalığı biliyor yaptırıver benim şu ilacı” derlerdi.
Kırtasiye,
kitapçılar, raflarda ki tüm kitapları okumuş olurlar ve size tavsiye ederlerken önsözü okumuş gibi olurdunuz. Dolmakalem kartuşlu değil, mürekkep hokkalarından doldurulur, elimiz yetmezmiş ağzımız kulağımız mürekkep olur yine de yazmaya çalışır, dolma kalemi
ile hokkayı itina ile saklardık. Mürekkep hokkaları boşalınca sulu boya resim yaparken kullanırdık. Tükenmezler henüz arzı endam etmemiş kurşun kalemler revaçta olup babalarımız kalemtraşı yasak etmişlerdi. Buna rağmen ağaç kabuğu gibi soyulan kurşun kalem
uçları bitmeye yakın tepesine kargıdan fişek takardık, ki kalem uzasında yazacaklarımız da uzasın diye.
Hece
vezni aruz vezni der şiirleri tasniflerken failin failatün ile aruz veznini kalıplar, kalıpsız olanlarımız ile ezberi bozardık.
İlkokul
öğretmenlerimiz birimizin kulağını çektiğinde bir kaçımız tahtanın önünde tek ayak üstünde ceza alırdık. Gülenler müdüre gönderilirdi. Yaramazlığı topluca yapar toplu ceza alırdık.
Akşam,
sokaktaki oyunun yorgunluğundan erkenden yatar, sabah ezanda işe giden babalarımızla beraber kalkardık, “Sabah sakin kafa ile ders akla daha iyi girer” diyen annemin uyandırmasıyla kalkar, yarı uykulu yorgan altında okumaya çalışırdık.
Yattığım
yerden resim yapmayı çok severdim tabii severdim masada abimlerden yer kalmazdı. Ben resim yaparken onlar ders yapar bana gel bakalım derslerine dediklerinde kaçacak delik arardım.
Ekmeğimizi
paylaşır çorbamızı uzak komşulara bile taşır, hastalıklarda en yaşlı komşumuza koşardık. Ebemiz doğurtur sonra da takip eder büyütürdü. Süt anneden kan kardeş, dedelerimizden yandaş toplardık.
Çok
mu garip mişiz? Hayır çok mutluyduk. Hatta o zaman anlamamışız ama şimdiye göre musmutluymuşuz. Bu kadar hasta olmaz kimse de bizi hasta etmezdi.
Meğer
masal ülkesinde, Avatar Diyarı’nda yaşıyormuşuz.
Evet
efendim, günler aylara, aylar yıllara, yıllar nerdeyse asırlara eklendi,
Okul,
kütüphane, müze, sanat kültür, konser salonları, hastane, barınmak için ev, ulaşım için yol, yollar araç deryası modeller furyası, nefes almak için park, araçlar için otopark...???
Her
şeyimiz var çok mu zenginiz? Hayır, çok ama çok garibiz.
Dilim
varmıyor da, hepimiz de bi garip bakıyoruz.