Yıllar sonra ilk defa yola çıkacak olan babalarını uğurlamağa gittik Manisa eski garajına. Günlerden Pazar ve saat 17.00 idi 17.15 otobüs hareket edecek ama otobüs henüz gelmemişti bekledik, epeyce küçük Azmican durmuyor abisi babasına bende geleceğim diye vızıklıyordu. Bir hayli geç gelen otobüse yerleşen babasının ardından titreyerek ağlayan Alperen'i yatıştıramadık aklına babasıyla geçen anlar geldikce daha da ağlıyor selle sümük gidiyordu. Can olanların farkında değil her sabah uğurlar gibi uğurluyordu babasını ama akşam uyku zamanı geldiğinde babasını arayacağını söylüyordu annesi. O sırada seyahatte olan babaannesi aradı Edirne’den, yatıştırmak için “Baban Sinop’a yerleşsin beraber, babanın gittiği otobüsle gideriz” diyor, biraz ağlaması kesiliyordu. Evin erkeği sensin dediğimiz Alperen ne yapacağını şaşırmış “Ben de gidiyorum evin erkeği dedem olsun” deyip sıyırmayı düşünüyordu. Ne yapsa otobüs hareket etti, el sallarken hepimizin gözü düştü, Allah Kavuştursun derken biz de aracımıza yönlendik.

Yıllar önce yaşanan bu anımız Manisa’nın eski garajında geçti, ondan daha eski olan Alaca Hamam’ın önündeki, Bedesten Çarşısı’nın yakınındaki garajdan bahsetsem yaşı otuzun belki de ellinin altında olanlar bilmeyebilir. İşte kent kimliği kent bilinci böyle kayboluyor. Nüfus artışı şehirlerimizin kimliğini erozyana uğratıyor. O kadarki bir yıl şehrinizden uzak kalın, hatta şehrin devamlı yaşadığınız ve gezdiğiniz bölge haricinde bir başka semtine gittiğinizde değişimi görüp hayrete düşer, bu ne zaman yapılmış diyebilirsiniz.

Bazı sokakların hızlı yapılaşma ile müteahhit firmalar cehresini değiştirirken, belediyeler de sokak düzenlemesi adı altında yürüyüş ve gezinti yollarını değiştiriyor. Ağacıyla, kaldırım, yol kaplamasıyla, aydınlatma direkleri ile sokağın şekli değişiyor.

Kimliğimiz, kültürümüz, tarihimiz, yaşantılarımız, anılarımız, çocukluğumuzun seslerinin çınladığı mekanlar hızla şekil değiştirirken başka nesillere kalmadan hatta çocuklarımıza, torunlarımıza dahi bırakamadan hızla kayboluyor.

Bu değişim kaçınılmaz olabilir, barınma, sosyal ihtiyaçlar yüzünden yapılıyor olması gerekebilir. Şehirler bilgi, sanayi, tarım, lojistik, teknoloji, ticaret, sosyal merkezler olmanın yanında aynı zamanda kültür, sanat, eğitim, medeniyet merkezleridir. Kadim şehir olarak tanımladığımız Manisa’mızda yaşayan bir tarihimiz ve bunun yanında kültürümüzü, kimliğimizi  canlı tutacak bir şehrimiz olmalıydı. Tüm bu hızlı büyüme ve yapılaşmaya rağmen en azından bir bölge, bir sokak olması gerekirdi. Eğer bulunamıyorsa, yoksa, tabela şehri olmakla yetinmek zorundayız. Sokak numaraları verdiğimiz sokaklarımızın altına eski isimlerini yazabiliriz, şehrimize değer katmış önemli kişilerin isimlerini verdiğimiz caddelere, parklara, kimliğini belirten tanıtıcı levhalar asabiliriz. Her sivil toplum kurumu binalarının girişlerine astığı yöneticilerin fotoğraflarının altına kısa bir özgeçmiş ve yaptığı önemli bir hizmeti yazabilirler. İnternet çağındayız ama inanın kimse açıp bakmıyor kim kimdir diyerek, bazı önemli şahısların internetten önceki hayatlarına rastlayamazsınız, herşeyi internetteki bazı yanlış bilgilere bırakmamalıyız.

Edip Cansever “İnsan yaşadığı şehre benzer.” Der. Aslında insan, şehri kendine benzetiyor. Yaşanmışlık, kültür, tekamül, süreklilik, olmadığında olan bu. Ağaçların toprakla temas ettiği yerden yani gövdesinin bitip kökünün başladığı yerden yeni canlı gök yeşili yeni yeşermeler olur. Bunlara dal, yaprak, filiz denmez fışkın denir. Yani ağacın istemediği, gücünü zayıflatacağı, ağacın gelişmesini soyunu devam ettiremeyeceği bu fışkınların meyve falan vermeyeceğinden dolayı görür görmez keserler, büyümesine izin vermezler. İşte şehirlerimiz de süreklilik olmadığı için fışkın gibidirler aslından azade gelişir büyür. Tekamül etmezler. Ancak şunu da gözardı etmeyelim. Şehirler gelişmez mi, gelişmemeli mi? Yıkarak değil sürdürülerek gelişmeli. Mimarlıkta doku diye bir tabir vardır. Doku, kumaşın ipinden, cinsinden, uyumlu renginden, tezgahta dokunmasından oluşan kumaştır. Mimarideki doku da  o şehrin, sokağın birbirine cumba, pencere, saçak, taş tuğla kerpiç, boya yapım tekniğinden oluşan benzerliği kasteder. (Üçbine yakın Kula Tarihi Evleri bunun çok tipik örneğidir.) Onun için “Eskiler aramaz, iz sürerdi” derler. Şehirler bu izler ile tekamül eder ve sürekliliği sağlanırdı. Benim mesleğimin ilk yıllarında tarak mozaik vardı kısa zamanda onun yerini kaleterasit aldı ve koptu gitti, rengarenk boyalar ve en nihayetinde giydirme cephe malzemeleri kullanılmaya başlandı, en cafcaflısı da iklimlendirme için dünya paralar ve enerji harcanan camları açılmayan ama adı cam giydirme binalar oldu. Bu tür modern binalar şehrin yeni yerleşimlerinde yapılmalıydı. Şehirlerimiz müzelik olmadığı için şehir müzeleri türedi ama bizde o dahi yok.

Buraya şehrin kimliğinden geldik, bu konu başlı başına uzun uzadıya yazılacak bir makale konusu. Kısaca; modern yerleşim dediğimiz kent Yunusemre Belediyesi. Kadim şehir, kimlikli, müze şehir Şehzadeler Belediyesi.

Şu koronanın sebep olduğu pandemi döneminde 65 ve üstü yaşlar çok zikredilior. Ne derseniz deyin kaybolmaya yakın birer tarihiz, her birimizin anlatacak hikayeleri var. Eski eserlerimizin kapı girişlerinde kitabeler vardır çok kısaca yapının tarihi ve yapanını yazar onların birçoğu çalınıyor yetmezmiş gibi eski mezar taşları dahi çalınıp satılıyor. 2020 yılının 65 yaş ve üstü de elbet birgün bilmediği bir yere bildikleriyle gidecek ve böylece beton yığını bir kent kalacak. Hocalarımız bizlere tembelsiniz derken ses getirsin diye büktüğü parmağını duvara vurur “Hepiniz tın tınsınız” derdi.

Evet aynen böyle, bir nesil sonra kentin betonlarına vurup ‘tın tın’ diye gelen sesi dinlersiniz.