Bayramlar milletçe kucaklaştığımız, birlik ve beraberliğimizi pekiştirdiğimiz, dargınlarımızın barıştığı, yardımlaşma ve dayanışmanın zirveye çıktığı, milli ve manevi değerlerimizin depreştiği çok özel günlerdir. Bu özel günlerde kimseyle tartışmamaya, kavga etmemeye özen gösterir, kendimizi kontrol ederiz. Konuşmadığımız, dargın olduklarımızla bile bayramlaşmaktan, selamlaşmaktan kaçmayız. Şurada kaldı bayrama üç beş gün ama biz hala yeni tartışma konuları yaratmaktan kaçınmıyoruz. Hani derler ya “nerede o eski bayramlar” diye, gerçekten de bayramların bile tadı tuzu kalmadı. Ben bugün yeni tartışmalara fırsat vermeden tartışılan konulardan bir kaçına değinmek istiyorum.

                Efendim, ata toprağım Demirci tam bir eğitim kentidir. Ha! Buralara öyle yoğun devlet yardımıyla falan da gelmiş değildir. Devlet vatandaş işbirliğiyle, tabiri caizse, Demircili kendi başını kendi bağlamıştır. Bunda tabi İstanbul’da, İzmir’de hatta ülke dışında iş sahibi olmuş hayırseverlerin de katkısı büyüktür. Demirci’de Milli Eğitim teşkilatımızın var olan okullarının hemen hepsi vardır ama ne yazık ki bu kadar zeki ve akıllı öğrenci yetişen bir ilçede fen lisesi yoktur. Geçmiş yıllarda hayırsever hemşerilerimizin katkılarıyla fen lisesi yapımı için girişimlerde bulunulduğunu biliyorum. Ancak yerel yöneticilerin beceriksizliği mi desem, siyasi rant hesapları mı desem, ağalık taslama hevesleri mi desem bu gibi basit nedenlerle talep reddedilmiş ve başka bir yere fen lisesi kaptırılmıştı.

                Şimdi sıkı durun! Bu sene Demirci’den başta Turgutlu Halil Kaleli Fen Lisesi olmak üzere muhtelif Fen Liselerini kazanan yavrularımızın sayısı 57. Şimdi Demirci’de Fen Lisesi açılmasını reddeden MEB yetkililerine sormak istiyorum. Acaba bu sayı yetmiyor mu? Kaç çocuğumuz daha kazanmalıydı? Fen lisesini açtığınız diğer ilçelerde bu kadar kişi sınav kazanabilmiş mi? Ben iddia ediyorum, çoğu kimse sırf maddi sıkıntı nedeniyle ilçe dışına evladını gönderemeyeceği için Fen liselerini yazdırmayıp ilçedeki eğitim kurumlarıyla yetinmişlerdir, yoksa çok daha fazlasının kazanacağından eminim. 57 çocuk dışardan kazanabileceklerle beraber en az üç sınıf eder bu da okul açmak için yeterli bir sayıdır. Hadi bakalım! Kendi evlatlarınızı bir yerlere yerleştirme sevdasını bırakın da memleket evlatlarını kendi yuvalarının yanında eğitim almaları için gayret gösterin.

                Bir başka tartışma konusu önceki gün açılan İzmir-İstanbul otoyolu. Elbette ülkemizin kalkınmasından, ileri gitmesinden, çağdaş yollara, köprülere kavuşmasından en fazla geçmişte bu hizmetleri ele güne muhtaç olmadan, kendi imkanlarımızla yapan bir anlayışın mensubu olarak ben sevinirim. Nitekim geçmişte yapılan duble yolları hep takdir ettik. Yapılmayan ya da geciktirilen yerleri, hatalı imalattan çökme olan yerleri de tabii ki eleştirdik. Otoyol konusundaki itirazımız ise yapılmasına değil geçiş bedelinin fahiş olmasınadır. Ankara-İstanbul Bolu tüneli dahil 25 TL iken mesafeler aynı olmasına rağmen İzmir-İstanbul 256 TL, on katından fazla. Birileri çıkıp diyor ki; “tatava yapmayın, beğenmiyorsanız mevcut yoldan gidin” bu nasıl devlet adabıysa. Efendim tatava yapmıyoruz, ben alın terimle kazandığım parayı 400 km yol için ödeyecek kadar hovarda olamam, çoğu kimse de olamaz. Peki bu durumda verilen geçiş garantileri tutmadığında kim ödeyecek bu parayı? Bu fukara milletin cebinden çıkacak itirazımız bunadır.

Bayram öncesi yüreklerimizi yakan asıl büyük mesele ise Kaz dağları. 

Bu konuda çok şey yazıldı, çizildi, Fazıl Say kaz dağları için bestelediği eseri ilk kez 18 Ağustosta orman içinde seslendirecek. Aktivistler gerekli tepkiyi koydular. Kanada’daki STK’lar e-posta yağmuruna tutuluyor, Kanada başbakanına bile ulaşılıyor. Gerekli tepkiyi koymazsak kurban kesilir gibi halkın da nefesi kesilecek. Ben fazla bu konuya girmiyorum zira malum medya dışında gerçek medya ve basın da bu konuyu sahipleniyor.

Ancak elime ulaşan, kimin yazdığını bilmediğim, muhtelif kanallardan, gerek e-posta, gerek watsapp mesajı ve gerekse sosyal medya paylaşımı olarak gönderilen bir öyküyü sizlerle paylaşmak istiyorum. Benim köşemin boyutları bu öyküyü buraya aktarmaya yeterli değil o yüzden yazı işlerimiz eminim uygun bir yerde yayınlayacaktır. “Kıssadan Hisse” diyorum.

Havası temiz, suyu temiz, doğası temiz, insanları temiz bir ülkede bizler ömrümüz yettikçe, bizden sonrakiler sonsuza dek nefes alabilmeleri, rahat, huzur ve sağlıkla yaşayabilmeleri ümidiyle hepinizin kurban bayramını kutluyorum. Sağlıkla kalın, hoşça kalın.       

KISSADAN HİSSE

Hastamızın durumu nasıl diye sordu eşi

Doktor, omuzlarını kaldırdı

“bu gün tekrar kemoterapi yapacagğz” dedi

Hemşireye döndü “hastayı hazırlayın” dedi

Kadın hastanın yanına oturdu

Sağ elini avuçlarına aldı, dudaklarına götürdü öptü

Hasta zorlukla gözlerini araladı

Ümitsiz bir bakışla eşine baktı

Kadın gözyaşlarını saklamak için eşinin uzun uzun elini öptü

“İyi olacaksın merak etme gerekirse bütün varlığımızı harcarız” dedi

Sedye geldi hastayı aldılar

Kadın ümitsizce yatağa oturdu

Sekiz aydan beri bu hastalık hayatlarını zehir etmişti

Eşi Çetin Çelik bir maden şirketinin CEO suydu

Kanadalı bir şirketle

Kaz dağlarında altın aramak için çok çalışmıştı

Sonunda başarılı da olmuştu

Bütün engellemelere rağmen

Halkın tepkisine rağmen kendisinin üstün gayretleri

Ve de siyasi ilişkileri sonucu aramayı yapmışlar

İki yıl önce de aramayı bitirmişlerdi

Başarılı bir çalışma olmuş epey bir para kazanmışlardı

Ama şu illet hastalık gelip yakalarına yapışmıştı

Kazançlarının sefasını sürememişlerdi

Sadece ortaklık yaptıkları firma onları Kanada’ya davet etmiş

Bir ay tatil yapmışlardı

Kanada’nın yeşilliğine hayran olmuşlardı

Sekiz ay önce halsizlik hissetmeye başladı

Nefes alma zorlukları yaşıyordu

Parası vardı en iyi Hastanelere

En iyi doktorlara gitmesine rağmen şifa bulamamıştı

Avuç dolusu para harcamış ama nafile

Artık Hastaneden bile çıkamaz olmuştu

Kanser dediler, kemoterapi yaptılar yok! yok!

Bir türlü şifa bulamıyordu

İki gün sonra Çetin Çeliği evine gönderdiler

Eşi doktorların Çetin’den ümidi kestiklerini hissetti

Çaresiz evine döndü

Komşuları geçmiş olsuna geliyorlardı

Herkes akıllar veriyordu

Birisi Küba’ya gitmelerini önerdi

Bir telefon numarası verdi

Bu numarayla görüşmesini önerdi

Telefon Küba’ya ait bir telefondu

Aradılar, telefondaki kişi tahlillerini istedi

Gönderdiler 14 gün sonra cevap geldi

Telefondaki kişi sadece Kazdağlarında yetişen

Beş bitkinin tarif edeceği şekilde ambalajlanarak getirdikleri takdirde

Kesin tedavi edeceklerini söylüyordu

Bitkilerin yöre isimleri ile Latince isimlerini yazdırdı

Birisi Latincesi (Sideritis Trojana Ehrend) olan Sarıkız çayı 

İkincisi Latincesi (Allium Kantrionum) olan Yabani sarımsak

Üçüncüsü Latincesi (Equi-Trojani) olan Kazdağı köknarının taze kozalağı

Dördüncüsü Latincesi (Astrapolus Membronaccus) olan Geven otu

İle Latincesi (Sxifroga Paniculata) olan Taşkıran otu

Bu bitkilerin mutlaka Kazdağlarından toplanması söylüyordu

Yanlışlık olmasın diye resimlerini de göndermişti

Hemen Kazdağlarına adamlar gönderdiler

Çetin Çelik Kübadan gelen haberle çok ümitlenmiş, morali de düzelmişti

Sabırsızlıkla Kazdağlarına gönderdikleri adamlarını bekliyorlardı

Sekiz gün sonra adamlar geldi

Çetin Çelik “buldunuz mu?” diye sabırsızlıkla sordu

Üçünü bulduklarını ama ikisinin maden arama yapılan yerde yetiştiğini

Maden arama esnasında

Bu bitkilerin tamamen yok edilmiş olduğunu söylediler

Artık Taşkıran otu ile Geven otunu bulmak imkansız dediler

Zaten bunlar çok yıllık

Yani uzun yıllarda yetişen bitkilermiş dediler

Çetin Çelik, adeta yıkıldı

Altın ararken halkın tepkisi gözlerinin önüne geldi

Pankartları görür gibi oldu

“Kazdağları Hayattır” diye yazıyordu

“Ölüm istemiyoruz” diyen pankartlar vardı

Vardı! Vardı!

Ama hiç dinlememişlerdi

İşte kendisinin hayatı bitiyordu

Ölüm geliyorum diyordu

Çıkardıkları tonlarca altının hayat karşısında

Birer tutam Gevenotu ile Taşkıran otu kadar değeri yoktu.