İktidar ve muhalefet partileri, yeni kurulanlar hepsi kendilerince kamuoyu yoklaması yaptırıyorlar. Bunlar bir şekilde basına sızıyor. Üç aşağı beş yukarı hepsi aynı sonuca varıyor. Ortak noktaları; kararsızlar, cevapsızlar, protesto oyları ya da hiçbiri diyenlerin toplamı en büyük kitle. Yani birinci parti. Tercümesi şudur: Vatandaş iktidardan memnun değil ama muhalefet ya da yeni partilerin çare olabileceğine inanmıyor.

         Peki çare nedir? Çare, bu insanlara umut verebilecek söylem ve eylemleri gerçekleştirebilecek, vatandaşın önüne güven veren bir program, bir toplumsal sözleşme koyabilecek, toplumdaki kutuplaşma ve ayrışmayı en aza indirebilecek, vatandaşı topyekun kucaklayacak, öfke dilini değil sevgi dilini, kavga dilini değil barış dilini kullanabilecek kadrolarla toplumun huzuruna çıkabilmektedir.

         Peki bu başarılabilir mi? Başarılabilir. Bunu geçmişte başarmış kadrolar “bizden bir şey olmaz demeden” kispetleri giyip, sahaya inerek tecrübeleriyle gençlere yol gösterir, onları teşvik edip doğru yolu bulmalarına yardımcı olurlarsa başarılır. Bunu yapanlar elbette vardır ama münferit çabalar yetmez topluca seferberlik lazım. Şimdi ortak akılla hareket etme zamanıdır.

         Biraz geçmişe bakalım! Adalet Partisi 12 Mart muhtırasıyla zaafa düşmüştü. Erbakan, partisi MNP kapatılınca İsviçre’ye kaçmış,  muhtıracılar da AP oylarını bölmesi için onu geri getirip MSP’yi kurdurmuştu. Bir taraftan Bozbeyli diğer taraftan MSP, AP oylarını bölmeyi başardılar. Rüzgar gibi esen Karaoğlan 1973’de CHP’yi birinci parti yaptı. Ardından Ecevit’in tarihi yanılgı olarak nitelediği CHP-MSP koalisyonu kuruldu. Ancak uzun sürmedi 74 Kıbrıs Barış harekatının başarısı Erbakan ve Ecevit arasında paylaşılamadı, koalisyon dağıldı. Ülke uzun süre güven oyu alamayan Sadi Irmak hükümetiyle yönetildi. İşte tam da bu dönemde öğrenci hareketleri yeniden başlamış biz de 4 arkadaş eve çıkmıştık. ODTÜ’den sınıf arkadaşım Manisalı Tahir de ev arkadaşımızdı. Babası Dündar Sümer babamın arkadaşıydı, askeri tabiplikten emekli olmuştu. Ankara’ya işi düşmüş ve birkaç gün misafirimiz olmuştu.

         Evimizde televizyon yoktu, haberleri radyodan izlerdik. Dündar amca haberleri dinlerken sürekli söverdi. Erbakan, Türkeş, Ecevit, Bozbeyli, Feyzioğlu, Irmak hepsi nasiplerini aldılar. Oh! Dedim, Demirel’e sövmüyor. Birazdan o da nasibini almakta gecikmedi. İyice şaşırmıştım, dayanamadım hangi partili olduğunu sordum. “Hiçbiri” diye yanıtladı, oy da vermemiş. Çoğunluğu köylü, “cahil delegenin” seçtiği adaylara oy vermek içine sinmiyormuş. Bozuldum, ama lafımı da esirgemedim. Oy vermeyen, vatandaşlık görevini yerine getirmeyen kişinin şimdi kalkıp da vatandaşın seçtiği kişilere söylenmeye hakkı olamadığını söyledim. Eğer delegelerin yeterli olmadığını düşünüyorsa, kendi görüşüne en yakın partiye girip, çalışmasını, mahallesinden delege ve yönetici olmasını tavsiye ettim. Böylelikle eğitimi, kariyeri, mesleği ile diğer delegeleri etkileyerek ön seçimlerde daha yetkin kişileri seçtirebileceğini belirttim. Sustu! Hiç cevap vermedi, bundan hak verdiği anlamını çıkardım. Manisa’ya döner dönmez önce babama uğramış “senin oğlan bana öyle bir ders verdi ki” diyerek olanları anlatmış. Ardından Ümit Canuyar’a giderek AP’ye kaydolmuş çalışmış, delege ve yönetici olmuş.

         Sonrasında AP de kendini yeniledi, “Yeni bir Sosyal Mukavele” yi toplumun önüne koydu ve başardı, “bej, bej” diye meydanları inletti.

         Bugün kamuoyu yoklamaları bize gösteriyor ki; Dündar amca gibi milyonlarca kişi var. Onlara Dündar amcanın izlediği yolu öğretebilirsek başarı mutlaktır. Herkes elini taşın altına koymalıdır.

         Kalın sağlıcakla…