Yıl 1957 babasının elinden tuttuğu çocuk, eylül sabahının serinliğinde arada bir sekerek gittiği kaldırımdan babasıyla beraber o yıllar boş olan İzmir Caddesini geçtiler. Çürük ayvayı parmağını batırarak yediği manavın önünden geçerken babası “Hayırlı işler” diye seslendi manava. “Sağol, hayırlısı olsun usta” diyerek karşılık verdi. Sevincinin baş döndürücülüğünde olanın bitenin farkında olmadan sık sık babasının yüzüne doğru bakıp “Baba sen beni bırakcen mi?” Sorularına “Öğretmene teslim edeceğim oğlum. Çok iyi bir öğretmen benim de öğretmenimdi.” Dedi babası.


 

Meydan gibi kocaman toprak okul bahçesinin ortasında cami şadırvanını andıran köşeli dönen yuvarlakımsı yapısıyla her dönüşünün ortasında sarı muslukları olan bir çeşmeyi gördü. Karşılıklı iki büyük bahçe kapısından gri önlüklü büyük küçük çocuklar bahçeye giriyor, koca bahçe çocuk cıvıltıları ile doluyordu. Evlerine sokaktaki komşu evlere göre yüksek kocaman yapının yakınında durdular. Eylül’ün sabah güneşini eliyle kıstığı gözlerine siper yaparken ürkek, heyecanlı, anlamsız, biraz korkak ifadeyle etrafına bakıyordu. Babasına sık sık anlamsız sorular soruyor babasının elini daha da çok sıkıyordu. Babası yanlarına gelen amcayla konuşmaya başladılar. O kimseyi duymuyor etrafı süzmeye devam ediyor, çocuk seslerini dinliyor onları merakla izliyordu. Ondan büyükler sağa sola koşarlarken birbirlerinin önlüklerinin kuşaklarını arkalarına dolanarak çözüp kaçışıyorlardı.


 

Artık bahçe dolmuş, koşturan çocuklar da durmuştu. Elindeki çanı sallayan kravatlı biri aralıksız, çanın sesiyle bağırışları bastırmak istercesine daha kuvvetli sallıyordu. Şamatalar sustu çanı sallayan da elini aşağıya indirip çanı susturdu. Henüz sınıflarını bilmediklerinden öğretmenlerin adı okunuyor adı okunan öğretmen elini kaldırıp kendini gösteriyordu. Babası onu çocukların arasından zar zor görebildiği el kaldıran öğretmenine doğru yönlendirdi. Bunun da kravatı vardı, uzun boylu, sert, kemikli yüz yapısı, kalkık kaşları, dikkatini çekmiş olmalıki gözünü ayıramıyordu. Öğretmen ile babası selamlaştılar gülüşmeyle geçen kısa bir konuşmaları olmuştu. Öğretmenin önü onun gibi küçük çocuklarla dolunca okula girerken babası elini bıraktı. “Öğretmenini kulağını aç dinle, dediklerini yap, ağabeyin okul kapanırken seni girdiğimiz bahçe kapısının önünde bekleyecek, ağabeyini görmeden bahçeden çıkma” diye tembihlerken, kalbi atmaya her yanı titremeye başlamıştı. Gözleri dolar gibi olurken diğer çocuklardan utancından tutmuştu kendini. Babası son olarak başını sıvazladı, yanaklarını okşadı, “Hadi bakalım aslanım, hayırlısı olsun, Allah zihin açıklığı versin” derken babasının dudaklarının kıpırdayarak dua ettiğini gördü. Döndü, öğretmeninin peşine takıldı.


 

Öğretmeni Fuat Bey’den beş yıl boyunca, ömrü boyunca unutamayacağı adını minnetle şükranla yad ederken gözlerinin dolacağı çok şey, ama çok şey öğrenmişti.


 

Evlerine yakın olan bu okulunun önünden, yakınından çok geçmesine rağmen içeriye girmemişti. Ta ki yıllarrrr sonra Muratgermen okulunun müdürü okulun birkaç ihtiyacı olduğunu söyleyip davet edinceye kadar. İşte o zaman içeriye girdiğinde bütün anılarının sımsıcak yerli yerinde durduğunu adeta onu beklediğini gördü. Herbiri bir köşede, bir duvarda, bir kapı kulpunda duruyordu. Çocuk hali, yetişkin halinin elinden tutmuş okulun her yerini gezdiriyordu. Çocuk ayak izlerinin aşındırdığı desenli karoların yer yer silinmesine rağmen küçücük ayakkabıların bunları nasıl aşındırabildiğine şaşırmıştı. Üzeri ahşap kaplı, demirlerinin işlemeli olduğu geniş ve yüksek merdivenin trabzanına tutunarak çıkmaya başladığı mozaik kaplı basamaklardan başını kaldırdığında merdiven sahanlığındaki geniş pencereden gözüken mavi gökyüzünü gördüğünde çocukluğunun göğe merdiven dayamışlar dediği çocukluk aklını hatırladı. Sınıfına girerken bir an kara tahtanın yanındaki üç tarafı kapalı ahşap kürsüde Fuat öğretmenini göreceği heyecanına kapıldı. Dizlerinin bağı çözülürken hatırlayabildiği sırasına oturdu. O zamanlarda teneffüs zillerinde fırlayarak çıktığı, koşarak dönüp fırt diye oturduğu sıra, meğer ne kadar küçükmüş dedi, zorla oturmuş ayağının birini sıranın dışında bırakmıştı. Nihayet kafasını tahtaya doğru kaldırıp baktığında; Muratgermen İlkokulu’ndan Yıldız Akademi’den mimarlık diplomasını alıncaya kadarki eğitimini gördüğü okul sıralarının, masalarının hepsi gözünün önünden bir film şeridi geçti.


 

İşte; nostalji, eskiler, hatıralar, adına ne dersek diyelim insan hafızasını canlı tutan anıların bulunduğu mekanların ayakta olması gerekir. Bu tür mekanların çokluğu: Okul, hastane, kütüphane, ibadethane, camiler, türbeler, sokaklar, çeşmeler, adliye, resmi kurumlar, müdürlükler, yönetim ve idari yapılar, belediyeler, sinemalar, nikah ve düğün salonları, sivil toplum kuruluşlarının yapıları, ki bu saydıklarımın hepsi şehrin nirengi noktalarıdır. Hadi evlerimizi koruyamadık bu yapıların korunması sayesinde kentin hafızasını kimliğini korumuş oluruz. Böylece kent için bir aidiyet, benimseme, mensubiyet duygusu canlı durur. Kenti yaşatmak, korumak, temiz ve bakımlı tutmak, herbir taşına dahi zarar vermemek, kent ile kentli ilişkileri, kentli ile bir araya gelip dostlukları sürdürmek, hatta çocuklarımıza dahi bu ilişkiler ile dostlukların devamlılığını sağlamak, o kentin diğerlerinden farklı olduğunun bilinci ile hareket etmemizi, kentimizi, giderek ülkemizi, vatanımızı daha çok sevmemizi sağlar.