Dairemizin zili çaldı. Beyin ameliyatımın nekahat dönemi geçmiş. Artık ayaklanmış. Yatağımdan kalkmış. Evde hareket edebiliyordum. Kapıya doğru yürüdüm. Açtım. Kapının önünde iri yapılı biri, hemen tanıdım o yine de kendini tanıttı. Buyur ederken “Apartman zili çalmadı buraya kadar nasıl gelebildin? Diye sordum. Gülümseyerek “Kapı açıktı” dedi. Belli ki kapı önünde bizden birine rastlayıp kaçıncı katta oturduğumu öğrenmiş.


 

Uzun yıllar demeyeyim. Çünkü insan ömrünün hangi uzun yılı olduğu önemli 20-30-40 herbir rakamın çok kolay söylenip yazıldığı matematiksel değerler bir ömürde yaşanmışlıkları tariflerken zaman belirlerken okunduğu kadar kolay olmadığı anlaşılıyor. Herbir yılın ayın günün hatta anın ne kadar önemli olduğu yaşanacak zamanın gittikçe azaldığını gördüğünüzde anlıyorsunuz. Yani kapı önünde karşılaştığımız arkadaşımla 64 yıl önce: Birkaç tahta masa ve sandalyelerin, açık gri renkli ve koyu gri kuşaklı duvarların sınırladığı yüksekçe tavanının olduğu, bir duvarında masa ve sandalyelerin yönünde kara bir tahta ve baş ucunda bacakları gözükmeyen yanları kapalı tahta bir masanın durduğu ve dört duvarı eşit uzunlukta kare ölçülerinde, bahçeye bakan güney duvarının tamamen cam olup güneş ışınlarının içeriye doldurduğu ancak korunmak için beyaz uzun güneş kırıcı perdelerin olduğu aydınlık bir mekana girmiştik. Kim kiminle yan yana oturuyordu hatırlamıyorum her birimiz bir sandalyeye ilişivermiştik. Her halde daha sonra benim için hala değerli, öğrettiklerini bu zamana kadar taşıdığım Muratgermen İlkokulu’mun öğretmeni Rahmetli Fuat Özyürek’in belirlediği yerlerimizi almıştık.


 

Bu büyük iki katlı yapı küçük bedenlerimize göre çok haşmetli duruyordu. Aslında İbrahim Çelebi Mahallesi’nin tek katlı güzel evlerinden oluşan dokusu ile kerpiç, tek katlı evimize alışık olduğum sıcak hatta ilk önceleri mangalla ısınsakta sımsıcak evimizin yanında haşmetliydi. İşlenmiş korkuluğunu belirlediği kıvrımlı demirlerin üzerinde duran kalın ahşap trabzanına tutunarak ikinci kata çıktığım merdiven alıştığım ve gördüğüm birkaç basamaklı merdivenlerden çok uzundu, küçük adımlarım meraklı bakışlarım ile çık çık bitmiyordu sanki. Sahanlığındaki pencereye bakarken gördüğüm bulutlar sanki bu merdiveni göğe dayamışlar gibiydi. Merdiven bittiğinde genişçe bir alana gelmiştim çeşitli eylemlerin yapıldığı; yağmurlu havalarda bayrak töreni, müsamereler gibi. Daha sonraki zamanlarda burada bizlere, duvara yansıtılmış çizgi film gösteriyorlardı, hatta Varyemez amca ile Mickey Mouse’u burada tanımış ve sevmiştim. Süt tozundan yapılmış sulandırılmış sütü bu geniş alanda arkadaşlarımla birlikte içiyorduk. Sanki torunlarımın adını beslenme dedikleri bu zaman, bizim beslenmemizdi. Çizgi roman kahramanları, süt tozunun yıllar sonra Amerikan emperyalizminin bir dayatması olduğunu bizlere bunlar verilirken Marshall Planı ile büyüklere de başka şeylerin verildiğini 1968 üniversite yıllarında Dolmabahçe Rıhtımı’na yanaşan Amerikanın 6. Filosuna “Go home Amerika” dendiğinde anlamıştık. O yıllarda bırakın Manisa’nın köylerini şehirde Spil Dağı’nın yamacındaki mahallelerde dahi en az bir ineğin olduğu devirde, süt tozu? Tabii bunu düşünecek tartışacak siyasi malzeme yapacak yaşta değildik ama aldığımız terbiye ve dünya savaşlarının izlerinin hala silinmediği bu yıllarda itaat etmek, laf dinlemek, herşeyi istememek, hatta bazı yiyecekleri katık etmek, evdeki en önemli terbiyemizdi. Ağabeyimizin sadece kitabı defterini kullanmak değil giydiği elbiseyi ceketi gömleği pantolonu biraz kolunu az da olsa boyunu kısaltıp giymek tekerrür eden adetlerimizdi. Yakıştığına bakılmaz ama temizliğine Rahmetli Anam özen gösterirdi. Okulumuzun gri kumaşlı formasının üzerinde boynumuza dolanan beyaz yakayı öyle kolalardı ki tahta gibi ses çıkarırdı. Mangaldan aldığı odun kömürleriyle doldurduğu ağır döküm ütüyle ütülediği önlüğüm mis gibi sabun kokardı. Annemin bu titizliği, özeni, üç erkek çocuğuna aynı ihtimamı gösterdiğini, çocuk aklımla emeğini düşünür giydiklerimi kirletmemeye özen gösterirdim.


 

İşte annemin bu titizliği hiç göremediğim (doğduğumda hakka yürümüştü) Rahmetli Babannem’den almış olduğunu, babaannemin Arnavutluk’tan göçerken Anavatan’a gelişlerindeki göç yolculuğunun meşakkatlerini çekmiş, okumuş, bilgili, kültürlü, olduğunu sonraki zamanlarda babamın annemin anlattıklarından öğrenmiştim. Genç yaşta evlenen annem birçok şeyi başta titizliği temizliği kayınvalidesi babaannemden almış. Babannem verem hastalığına yakalandığında çamaşırlarını bahçede yaktığı odun ocağında hergün saatlerce kaynatırmış, doktorunun bu hastalıkta temizlik çok önemli dediğinden bulaşıcı olan bu hastalığı kalabalık aile fertlerine bulaşmasından temizliği ve titizliği sayesinde uzak tutmuş. Babaanneme bakarken çok yakın temasta olmasından endişelenmesine rağmen bakımını hiç aksatmamış olduğunu Rahmetli Babam söylerdi.


 

İşte, titizliği ile mahallede nam salmış rahmetli anacığımı çamaşır yıkarken kullandığı sabun kesmez, bana, Çaybaşı’ndaki mahalle fırınından odun külü taşıtır sabunun yanında çamaşır yıkamada o külleri de kullanırdı. Neymiş? Çamaşırlar parlak ve daha beyaz oluyormuş. Yıllar sonra babamın “Sana değil ama deterjana acıyorum” diyerek şaka mahiyetinde takıldığı sözleri yıllar geçmesine rağmen hala aklımdadır.


 

Benim tahta el arabasıyla bez torbalar içinde taşıdığım küller; Çaybaşı’ndaki ekmek, peksimet, simit, ayrıca nimiyet denilen ekmek hamurlarının birbirine yapışmaması için ayrı ayrı bölümleri olan uzunca tahtadan yapılmış V şeklinde bir taşıma aparatı ile komşu evlerden fırına getirilirdi. Kepekli undan yapılmış hamurların pişirildiği, ev ekmeği dediğimiz ekmekler bu fırında pişirilirdi. Fırının soğumasına yakın; lezzetine lezzet katılması için hazin hazin denilir kısık ateşte pişirilmesi istenen akşam yemeğine yetişecek şekilde İkindi Vaktinde güveçte getirilen yemekler pişirilirdi.


 

Fırıncı Mehmet Amca’nın hikayesini, Çaybaşı’nı, Akbaldır Deresi’ni, Avcılar Kıraathanesi’ni, Akbaldır Deresi (Çaybaşı)üzerindeki köprülerini, çocukluğunda Çaybaşı’nda oturan, 64 yıl sonra kapımda beliren, ilkokul arkadaşım Osman Kurbanoğlu anlattı. Bunca yıldan sonra ortak bir konumuz olmuştu. Manisa hikayelerinin olduğu, yaşadığım anılarımdan bahsettiğim, derleyip toparladığım aşağı yukarı sekizyüz sayfalık “Karaköy Kıraathaneleri, Kırmızı Köprü” adı altında hazırladığım kitaptan bahsedince konuştuklarımızı yazarak bana gönderdi. İnşallah kitap gerçekleşirse onun ağzından bu anılarını sizlerle paylaşacağım.


 

Bu yaşımızdan sonra bizler kentin belleği pozisyonundayız. Altmış yıl öncesini bu belleğe sahip olanlar anlatmalı; tarihimizi, taşınmaz kültür varlıklarımız olan dilden dile dolaşarak aktarılagelen yaşadıklarımızı, bizden sonrakilere aktarmalıyızki mensubiyet, aidiyet duygusunu yaşatıp, aşılayabilelim.