Diyanet İşler Başkanlığı bu ülkenin en saygın ve de Cumhuriyet’in en önemli görevleri üstlenmiş kurumlarından biridir. Hurafelerle yanıltılmış, dinini ilimden nasibini almamış cüheladan öğrenmek durumunda kalmış saf, temiz Anadolu insanına gerçek Müslümanlığı öğretmek gibi ulvi bir görevi üstlenmiştir. Büyük dedem İbrahim Hakkı Efendinin kader arkadaşı ilk Diyanet Reisi Börekçizade Rıfat Efendiden bu yana, yakın zamana kadar da bu görevleri layıkıyla yürütmüştür.

            Ne yazık ki; son yıllarda birçok kuruma bulaştığı gibi siyasallaşma, liyakat ve ehliyeti terk etme, cemaat, tarikat ve ahbap çavuş ilişkilerinin öne çıkması, adam kayırma ve benzeri hastalıklar bu kuruma da sirayet etmiştir. Elbette ki; bu kurumdaki işinin ehli, bilimi önceleyen, gerçek din alimlerini tenzih ederim. Bu gidişatın doğal sonucu maalesef kuruma olan güven zedelendiği gibi yeni nesillerde dinden soğuma da baş gösteriyor. Bunları ben söylemiyorum, kamuoyu yoklamaları, gençlerin nabzını tutan gazeteciler söylüyor. Deizme yönelimin hızla arttığı söyleniyor. Bu da bizi ve yürekten inanan gerçek Müslümanları da fazlasıyla üzüyor.

            Bu konuyu ele alışımın sebebi son zamanlarda Diyanetten yapılan gereksiz açıklamalar ve bardağı taşıran en son deniz ürünlerinin tüketimi ile ilgili açıklama. Bu açıklamadan sonra sosyal medyada çok büyük tepkiler yükseldi. Tepkilerden sonra Diyanet geri adım attı. Bunun yeni bir fetva olmadığı, gelen bir soru üzerine Hanefi ve Şafi mezheplerinin fıkıh kitaplarında konuya ilişkin değerlendirmelerin açıklandığı söylendi. Çevir kazı yanmasın. Ben din bilimci değilim ama bildiğim bir şey varsa o da din bilimcilerin temel kaynağının yüce Kuran olması gerektiğidir. Mezheplerin fakihlerinin değerlendirmeleri değil. Aslında Diyanet bu açıklamayla kendisiyle de çelişiyor.

            Diyanetin kendi tefsirinde Maide suresi 96. Ayette “Kendinize ve yolculara geçimlik olmak üzere sularda avlanmak ve onu yemek size helâl kılındı.” Hükmü yer almaktadır. Burası gayet açık. Yani burada “balık suretinde olmayan” diye ayrıntı yok. Kaldı ki balık suretinde olan bazı balıklar da yenmez. Kaya balığı çocukluğumuzda oltaya takılırsa tekrar geri denize atardık. Başka? Vatoz da yenmez, yeni türeyen balon balığı da yenmez, daha birçok zehirli olduğu bilinen balıklar da yenmez. Dahası memeli olmakla beraber balık suretinde olan Yunus da yenmez, zira Yunus peygamberi karnında taşıdığına inanılır. Kaldı ki, öyle bir ayrıntı olmuş olsa bile neyin balık suretinde olup olmadığına kim karar veriyor? Sizler, zoolog musunuz? Ya da su ürünleri uzmanı mısınız? Bakın sizlere bir olay anlatayım.

            80 öncesi İzmir’de bayrak mitingi yaptık. Akşamına da İzmir milletvekili ve İzmir Esnaf Birliği başkanı Cemal Tercan Birlik lokalinde bir ziyafet verdi. Masada yok, yok. Kalamarlar, karidesler, ahtapotlar ve daha adını bilmediğimiz bir sürü şey. Solumda AP gençlik kolları GİK üyesi dindar bir arkadaş oturuyor. Sağımda ise sonrasında Diyanetten sorumlu bakan olan ilahiyatçı Muhammet Kelleci oturuyor. Solumdaki arkadaş, kulağıma eğilerek günah olduğunu ve yememem gerektiğini fısıldadı. Ben de hocaya soralım dedim. Sayın Kelleci Kuranda Yenilmemesi gerekenlerin ismen zikredildiğini ve bunların zikredilmediğini söyledi. Ayrıca yenilecek olanların da necis (pis) olmaması gerektiğine Kuranda işaret edildiğini, eğer bunların güzelce ayıklanıp, temizlendiğinden eminseniz yemenizde sakınca yoktur diye de ilave etti. Bu söz üzerine bir de baktım ki; soldaki arkadaş, ortadaki tabağı önüne çekmiş afiyetle götürüyor.  

            Diyeceğim odur ki; yolsuzluğun, kayırmacılığın, kul hakkı yemenin, yalanın, dolanın, iftiranın, hile-i şeriyenin, haksızlık ve hukuksuzluğun günah olduğunu bir kez bile dile getirmeyip de böylesi gereksiz işlerle meşgul olunması maalesef gençleri deizme itiyor. Yeri gelmişken fıkra gibi yaşanmış bir olayı daha anlatayım.

            70’li yılların sonlarındayız. Eski Çevre Bakanı Sayın Hamdi Üçpınarlar AP Gençlik Kolları Genel Başkanı, ben de GİK üyesiyim. Kocatepe Camii inşa halinde ama alt katı geçici olarak ibadete açılmış. Bizler de Cuma günleri topluca namaza gidiyoruz. Abdestimizi aldık, hazırlandık tam çıkacağız Üçpınarlar’ın bir arkadaşı gelmiş. Onu da davet ettik namaza, ama o bilmediğini, daha önce namaz kılmadığını söyledi. Hamdi abi ona, namazın faziletlerini, insana huzur verdiğini, rahatlattığını söyledi. Niyet edip uydum imama demesi gerektiğini, imamın okuduğu surelere içinden eşlik etmesini ve amin demesini, sonra diğer yapılması gerekenleri bir güzel anlattı ve ikna etti. 

Bu arada bir hayli geciktik, tam genel merkezin sokağının köşesine gelmiştik ki ezan okundu. Baktık Kocatepe’ye yetişemiyoruz bir apartmanın bodrumundaki, sonradan tarikat mescidi olduğunu öğrendiğimiz bir mescide giriverdik. Hoca vaazında, herkesin bildiği “zorlaştırmayınız, kolaylaştırınız” hükmünün aksine zorlaştırdıkça zorlaştırıyor adeta namaza gelmeyenleri kafirlikle bile suçluyordu. Namaz bitti çıktık, Hamdi abi arkadaşına söylediklerini yapıp yapmadığını sordu. Arkadaşı hepsine harfiyen uyduğunu yalnız tek bir şeyi yapmadığını söyledi. Uydum İmam efendiye dememiş. Nedenini sorduğumuzda ise “adam bizi kafir ilan etti ben ona niye uyayım ki” diye cevap verdi. Nasıl niyet ettiğini sorduğumuzda ise verdiği cevap hepimizi kahkahalara boğdu:

“Uydum Hamdi’ye”

Öyle ya! Hamdi abi Peygamber efendimizin “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız” hadis-i şerifine uygun davranmış ama imam efendi ise tam tersini yapmış. Hadisin devamı da var; “müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz” diyor. Yorumu size bırakıyorum acaba kalamar, karides haramdır diye fetva vermek, nefret ettirmeyiniz emrine uygun mudur? Değil midir?

Deizme yöneliş niye artıyor diye lütfen sorgulayınız, düşününüz. Huzur, rahatlama güzel şeyler müjdelemek mi iyidir? Yoksa insanları kafir ilan edercesine kötülemek, şu haramdır bu haramdır diye zorlamalarla nefret ettirmek mi?

Kalın sağlıcakla…