“Alıp başımı gideceğim.” Daha çok annelerden, sonra bu anneler  annane babaanne olup da torun şımarıklılığının çekilmez olduğu anlarda duyarız. “Gideceğim artık, bıktım.” Kimse bir yere gitmez aynı bıktıran işler yapılır gider. Ama şimdi alıp başını gitmek o kadar kolaylaştı ki. Lafta kalmıyor anında icraata geçiliyor.

        Artık okullar kapanmış, havalar ısınmaya başlamış, kırlardaki çiçekler çoktan kurumuş, bakımsız yerlerde sararan otların içinde koca başlı kuru Deve dikenleri iğne gibi olmuş, ağaçlar çiçeklerini dökmüş meyva toplarını bağlamıştı. Çoğu Küçük bahçeli olan Manisa  evlerinde bir hareketlilik başlamış, Bağ komşuları ile sözleşilmiş Haziran ayının bir pazar günü taşınmalar başlamıştı. At arabasının dingil sesi, tozlu yollarda her bir çukura girip çıktıkça çan çan öterken, bağların arasındaki dar ince kıvrımlı yol kenarına dizilmiş beyaz renkli, çingene kiremitli, tek haneli damların birçoğundan sesler geliyordu. Bazen arabanın peşine takılan boz renkli bir köpek, dingil sesinin nağmeleriyle kuş seslerinden oluşan melodilerin dinginliği bozarcasına havlaması ovada yankılanırken ne atın ne arabacının umarsızlığı karşısında bir iki havlamadan sonra vazgeçip dönüyordu.

       Manisa’nın bağları. Sadece üzüm bağı değil Manisa’lıyı da kendine bağlardı. Her yıl, Haziran ayının ortasından Eylül başına kadar bağlarda kalınır. Yazın sıcak günleri, ferah havası, bağ bahçe toprak sevdası, akşamların sefası, konu komşunun vefası, samimi içten muhabbetlerin en alası, üç üç buçuk ay sürer giderdi. Adının bağ olması bundandı belki de, Manisa boşalır adına tımar dediğimiz farklı yönlere bölgelere ovalara bağlanılırdı.

       İnsan hasleti olsa gerek bağların, bağlanmanın yerini denizler, dağlar, köyler aldı. Bazılarımız; küçük bir bahçesi de olsa köyde bir ev yapacağım orada oturacağım. Yazlık almaya niyetlendim. Arkadaşlarla toplaştık 15 evlik bir site yapıyoruz köye de yakın camisi kahvesi bakkalı da var, bahçesine bir fırın yapacağız kendi ekmeğimizi, bahçesinde sebzemizi, komşudan meyvemizi temin edeceğiz, vallaha yetti artık ya, yaşanacak gibi değil, trafik otopark, hava kirliliği, nefes alamıyoruz ya. Çocuklar buradan okula gidip gelecek veya köyde okulda var, bakacağız artık.

       Artık kimseye minnet etmek yok. Herkes kendi başını beceriyor. Altında araba, cebinde telefon, internet her yerde, getir götür kargo taşımacılık ile bakkal çakkal market market gezmek de yok. Hayat bu kadar kolay. Kıyafet dert değil; şehirden kaçınca toplumdan arkadaşlıktan dostluktan sosyal hayattan da kaçıyorsun. Telefonla tebrikler, geçmiş olsunlar, hal hatır sormalar. Bi sesini duyayım deyip konuşma görüşme arzusunu bastırmalar.

       Renksiz ama sakin telaşsız monoton bir hayat, bir üç beş derken alışılır mı? Vaz mı geçilir? İkisi de olmaz. Şehirde yaşam almış başını gitmiştir, trafik, keşmekeşlik daha da korkutucudur. Ancak sığınacak liman olan köydeki evde çocuklar vızıklamaya başlamıştır. Evin reisi hanım çoktan havlu atmış, “Her şeyden uzağız, habersiziz, gazetelerdeki magazin sayfalarıyla televizyonlardaki paparazzi görüntülerinin albenisi her geçen gün başka dünyalara alıp götürürken köy yerinin, dağ başının sakinliği can sıkıntısına dönüşmeye başladığında şehirde oturanlardan sesler gelir. “Aman ne var oralarda çok erken inzivaya çekildiniz.” Söylentileri birçok ağızdan çıkmaya başlayıpta onlara hak verilince çatlak sesler evde oluşur. Bir gün tak eder, bu defa dingil sesinin melodilere karışmasının yerini aracın motor homurtusuyla lastiğinin tırmalayıcı patinaj sesi tozu dumana katar. Aracın kıvrımlı köy yollarında virajları devrilecek şekilde dönüşü bir hikayenin mutlu sonla bitmediğinin göstergesidir.