Gazetede ayrılmış kalemhanesi köşemin adı ‘Salı Sohbetleri.’ Burada okuyabildiğiniz yazılarım; biraz havadan sudan, biraz kendi yaşantımdan, biraz da Manisa’nın eski hallerinden bahisle sohbet havasında geçer. Edebi yönü yoktur zaten edebiyatçı da değilim.


 

Bu şekilde yazdığım da yazının çekiciliği, sürükleyiciliği, bakalım haftaya ne yazacak denileneciğinin olduğunu sanmıyorum. Arada Genel yayın yönetmenim Ertan Bey’e sorarım nasıl gidiyor diye. Birkaç defa da yazılarıma ara vermiştim. Ertan o zamanlar “Abi niye yazmıyorsun?” Diye sormuştu. Yazayım o zaman deyip tekrar başladım.


 

Etliye sütlüye karışmam kızsam da, bozulsam da, içimden konuşsam da, yazmam. Hele ucu ona buna dokunuyorsa hiç yazmam.


 

Temiz kentleri, yüzünde gülümseme olan insanları, mutlu toplumları, birbirlerine saygıyı, selamlaşmayı, imrenirim, hatta kıskanırım. O kadar ki kendimi kahredecek derecede kıskanırım. Bunun binbir sebebini sıralayabilirim, neyimiz eksik diye? Binbir sebebini de gayet iyi bilirim.


 

Bankamatikten para işlemlerini yapıp ekstresini oracıkta okuyup yere atan genç kıza canım sıkılır. Genç, bankamatik kullanmayı biliyor, belliki az da olsa eğitimli, annesinin babasının böyle yetiştirdiğini kabul etmem. Bu çok basit bir görgüsüzlük saygısızlık. Bunun gibi birçok toplum yaşantısına ters düşecek hadiseler davranışlar var. Gazetelerin ikinci sayfası, 15 televizyon kanalının 13’ü bunlarla dolu: O vurdu bu dövdü, bu kırdı, bu çarptı, sokak ortasında öldürdü, dağ gibi çöp manzaraları, çarpık kentleşme, gettolaşma. Günü kurtarma hemen oracıkta. Verilen kararlar ile çarpıtılan kentleşme sonrasında.


 

Bunu kırık cam teorisine benzetirim. 1969 yılında Amerikalı psikolog Philip Zimbardo bir test düzenler. Bunu hepimiz biliyoruz da bi daha yazayım. Plakası bulunmayan camı kırık, kaportası vuruk lastiği patlak bir aracı bir mahallede yolun kenarına parkettirir. Birkaç metre ilerisine de temiz, sağlam, yıkanmış ikinci bir araç parkettirir. Kısa bir müddet sonra patlak lastikli, kırık camlı, aracın ne camı ne kaportası sağlam kalır, tüm camları kırılır diğer lastikleri de patlatılır hatta tekerlerini sökmeye başlarlar, kaportası yamru yumru olur. Birkaç metre ötedeki araç hiç ellenmemiştir.


 

Demek ki; İlk camın kırılmasına, kaportanın yamultulmasına, çevreyi kirleten bir duvar yazısına, çöpün atılıp, toplanmamasına izin vermemek gerekir. Aksi takdirde oluşacak çöplüğü, yapılacak tahribatı, vandalizmi önleyemeyiz.


 

Marmara gölü kurudu resmen bir bardak suyu dahi kalmadı. O yöreden değil taaa nerelerden insanlar geldi gölün taban toprağını yağmalamaya kalktılar. Bir iki derken barakalar evler yapıldı, çitler çevrildi, neden sonra güvenlik güçleri müdahale etti.


 

Turgutlu yolu üzerinde bir yer var. Önce bir ev yapıldı yoldan gelip geçerken görüyorum. Kimse birşey demedi ellemediler. Ev biraz daha büyüdü yanına sağına soluna evler yapıldı küçük bir kümeleşme oldu böyle giderse mahalleye dönüşecek. Bu takım plansız gelişmelere ellenmeyen mahallelere Turgut Özal, Adnan Menderes, Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir, Atatürk, ve benzeri isimler verilir ki tabii verenler siyasiler, tescillenmiş olur. Yani büyümelerine izin verilir.


 

Zamanında yapılmayan şehir planlamaları adına da İmar deniliyor mamur ediliyormuş algısı versin diye. Yine siyasiler.


 

Ama bizdeki siyaset böyle birşey demekki. Çünkü, önce ‘Şehirleri insanlar yaratır.’ Sonra da ‘Şehir, insanları yaratmaya başlar.’


 

Geçenler de gazeteci bir kardeşimiz tarihi eserlere verilen zarar duvarlarına yazılan yazılar ile ilgili bir ropörtaj yapmak istediğini söyledi. Kenti böyle kirletmek hangi mantığa sığar anlayamıyorum.


 

Tarihi eser demek; tescilli, koruma altına alınmış bir yapı veya yapılar demektir. Bu cami han hamam olduğu gibi kentin hafızası olacak, kimliğini koruyacak sivil mimariden, kamu yapılarından oluşmuş yapılar da olabilir. Bir şehrin korunmaya alınmış ne kadar çok yapısı varsa o şehirde yaşayan halkın anıları canlı kalır, ayrıca Şehzadeler kenti olarak isim yapmış

şehrimiz, adına yakışır bir şekilde korunmuş ve kimliğini kaybetmemiş olur. Heyhat.


 

Tabii elde kalan birkaç yapıyı da yazıyla, aslına uıygun halini bozmayla, yıkmayla, kirletmeyle tahrip eder de sesimizi çıkarmaz isek kırık cam teorisi işlemeye başlar teori olmaktan çıkar gerçek olur.


 

Süpürülmeyen sokaklar, temizlenmeyen caddeler, toplanmayan çöpler, bozuk yollar, kötü yapılan tamiratlar, inşaat yapılmayı bekleyen koruma perdesiz yıkık dökük arsalar, işgaller, görüntü kirliliği tabelalar, reklam panoları, bilhassa şehrin göbeğindeki parklar… şehrin yarattığı insanlar tarafından hesapsızca, sorumsuzca, hoyratça, fütursuzca, katı bir bencillik ve görgüsüzlükle kullanılır.


 

İşte bu şehrin, ne camı kalmış ne çercevesiz haliyle. Ne insanların yüzü güler, ne mutlu olur, ne şehri sahiplenir, ne saygı gösterir, ne selamlaşır, her an gardını almış kavgaya hazır bir halde gözü hiçbir şeyi görmez.


 

Bu konular ile ilgili 1950 ve 1983 yılları bir dönüm noktasıdır. Birgün onları da konuşuruz.

Sağlıcakla kalın, hoşçakalın.


 

Memleket isterim

Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;

Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.

Memleket isterim

Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;

Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.

Memleket isterim

Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun;

Kış günü herkesin evi barkı olsun.

Memleket isterim

Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;

  1. bir şikayet ölümden olsun. CAHİT SITKI TARANCI