Aachen merkez istasyonundan demir atlarla uğurlanarak Brüksel trenine bindik. Daha önce sosyal medyada paylaştığım demir atları gören bazı arkadaşlar demir(kır)at diye telaffuz ederek 1950’li yıllarda Demokrat Partiye Türk halkının yakıştırdığı ismi çağrıştırmaktan kendilerini alamadılar. Trenimiz Essen’den gelip Paris’e kadar gidiyordu ama biz bir buçuk saati biraz aşkın bir süre sonra Brüksel merkez garında indik. Bir önceki istasyonda Gar du Nord’da (kuzey garı) inseymişiz yürüyerek otelimize varacaktık. Neyse bindik bir taksiye otele geldik. 8 Avro tuttu ama Kuzey Afrikalı Arap kökenli olduğunu tahmin ettiğimiz şoförümüz bozuk yok diyerek 10 avromuzu aldı. Bugüne kadar Avrupa’nın hiçbir kentinde böyle bir fırsatçılıkla karşılaşmamıştık, 3-5 cent bile kalsa geri verilirdi.

            Otele varıp yerleştikten sonra Brüksel’in ünlü Grandplace meydanına doğru yürümeye başladık. Yayalara tahsis edilmiş Neuve caddesine girdiğimizde tanıdık bir ritm ve ezgi kulaklarımıza takıldı. Biraz daha ilerleyince etrafını sarmış kalabalığın arasında dijital müzik kutusundan yayılan müziğe darbukasıyla eşlik eden 13-14 yaşlarında bir çocuk gördük. Biraz daha yaklaşınca kutudan leylim ley çalmaya başladı ve bir anda darbukanın da ritmine uyan insanlar oynamaya başladılar. Türkler de vardı, yabancılar da. Çocuk hiç konuşmuyordu o yüzden hangi milletten olduğunu anlayamadık ama Türk ezgisine eşlik etmesi gururumuzu okşamadı desek yalan olur.

            Brüksel’de 72 millet var, Afroavrupalılar, Kuzey Afrikalı Araplar, Kuzey Iraklılar, Afganlar, Bengaldeşliler, Ukraynalılar, Balkan ülkelerinden gelenler ve tabi ki de Türkler. Afrikalıların çoğu Belçika vatandaşı zaten burada doğup büyümüşler Onlar tutum ve davranışlarıyla, meslekleriyle Avrupalı olduklarını hissettiriyorlar.  Türkler de saygın bir topluluk oluşturuyor, çalışanlar olduğu kadar işletme sahipleri, iş insanları da hayli fazla. Cep telefonu tamircileri, hediyelik eşyacılar çoğu Afgan ve Bengaldeşli. Bu kozmopolit yapısıyla Avrupa’nın başkenti olma özelliğini kazanmış durumda. Avrupa Parlamentosu, AB Komisyonu ve diğer birçok Avrupa kurumu da Brüksel’de bulunuyor. Tabi NATO karargahı ve yönetim merkezi de yıllardan beri burada.

TOBB, TÜSİAD, İKV gibi bizim kuruluşlarımızın da burada temsilcilikleri var. Planımızda hem TOBB ve Turbo ofisi ziyaret hem de onlar vasıtasıyla Avrupa Parlamentosunu görmek ve gezmek vardı. Ancak tabi Noel tatili nedeniyle bütün planlar suya düştü. Bırakınız resmi kurumları, Noel günü ve ertesi günü öğlene kadar bütün dükkanlar da kapalıydı. Sadece Grandplace çevresi ve oraya açılan yaya yollarında kurumsal mağazaların dışındaki bazı küçük dükkanlar, hediyelik eşyacılar ve restoranlar, kafeler açıktı.

Belçikalılar da Almanlar gibi dindar bir millet her dinden 72 millete ev sahipliği yapmalarına rağmen kendi geleneklerini ve ritüellerini eksiksiz yerine getiriyorlar. Grandplace da kurdukları Hz. İsa’nın doğumunu yansıtan canlandırma adeta bir sanat eseri gibiydi. Noel akşamı grandplace meydanındaki ses ve ışık gösterisi ise gerçekten görülmeye değerdi. Doğrusu benim bugüne kadar gördüğüm en muhteşem ses ve ışık gösterisiydi. Cumhuriyetimizin 100. Yıldönümünde bundan çok daha mükemmelini ve muhteşemini görmeyi umut ediyorum.

Noel tatili nedeniyle koca kent gündüz tam bir ölü kente dönüşünce biz de soluğu bir saat mesafedeki Brugge’da aldık. Brugge adeta kartpostaldan çıkmış tarihi bir kasaba. Minik Venedik de diyorlar, kanallarda küçük tekneler ve gondollar turistleri gezdiriyor. Ayrıca kentin sokaklarında eski çağlardan kalmış görünümdeki paytonlar da turistleri gezdiriyor ve tarihi yapılar hakkında da bilgiler veriyorlar. Biz ne yapıyoruz? Atlara eziyet ediliyor diyerek paytonları yasaklıyoruz. Belediyeler, Tarım Bakanlığı ve ilgili diğer kurumların beceriksizliği yüzünden değerlerimiz de yok olup gitti.

Brugge küçük bir kent ama çok canlıydı, yaz kış turistler eksik olmuyormuş. Meşhur Belçika çikolatası imalatçı dükkanları ve dünyaca ünlü birçok markanın mağazaları da var. Buradaki Noel Pazarı da küçük fakat hareketliydi. Hava kararmadan akşamki ses ve ışık gösterisini kaçırmamak için Brüksel’e geri döndük.

Brüksel gezisi sona erdikten sonraki durağımız Paris’ti. Noel dönüşü olduğu için trenlerde yoğunluk vardı. O yüzden sabah erken saatler ve akşam saatleri dışında biletler çok pahalıydı. Biz de alternatifleri denedik.

Avrupa’da bizdeki gibi otobüs yaygın değil. İnternetten Brüksel Paris Otobüsünü ararken karşıma Kamil Koç sitesi çıktı. Bir iki yıl önce Kamil Koç otobüs firmasını Almanların satın aldığını duymuştum. Almanların Flix Bus şirketinin imkanları ile Kamil Koç’un 100 yıla yakın otobüsçülük deneyimi birleşince Avrupa’da otobüs yolculuğu ile tanışmış oldu. Bilet fiyatları trene göre yarı yarıya ucuz üstelik Kamil Koç’un sitesinden aldığımız için TL ödemiş olduk. Trenler daha kısa sürede gidiyor ama biz otobüsle 4 buçuk saatte Paris’e vardık.

Paris için şarkılar bestelenmiş, bir tanesi de “Paris’i yazın seviyorum ( I love Paris in the summer)” diyor ama biz kışını da sevdik. Paris’i de bir sonraki yazımda anlatacağım.