Çin’in bilmemne kentinde duymuştuk ilk defa, yarasa yemişler de ondan geçmiş uğursuz şey. Virüsü teknolojide gezer biliyorduk. Bilgisyarımızı korumak için virüs temizleyici programlar yüklemiştik bu da öyle birşey diyorduk. Bulamamışlar mı yiyecek başka birşey deyip gülüyorduk Çin’lilere. Aralık ayıydı bunları konuştuğumuz zamanlar. Her birimiz işimizde gücümüzde haberleri dahi arka kulağımızla dinliyor veye kulağımızın arkasına atıyorduk. Şubat ayının ortalarında İtalya’da görülmüş dediler sözde bir Çin’li köyü varmış İtalya’da onlardan geçmiş, bu arada kulağımızın arkasına attığımız haberler başımıza vurmaya başlamıştı Çin’deki kabus dolu günlerin haberleri. Maskeli sağlıkçılar, sokaktaki insanlar, astronot kılıklı yoğun bakım elemanları, her akşam haberlerinde yerini alıyordu. Ölüm haberleri en can alıcı tarafıydı günler geçtikçe Avrupa’yı sarıyordu. Bize de gelmişti, çok geçmeden Amerika’ya atlamış artık yakınımızdaki ülkelerden haberler dikkatimizi çekmeye başlamıştı. Dünya haritasını her akşam izliyor her akşam dünya ülkelerinin biraz daha kırmızıya boyandığını görüyorduk bir Afrika beyazdı. Çok geçmeden o da kırmızı oldu kıpkırmızı bir dünya. Aslında dünya hayatı kararıyordu.

O renkli atlas kan rengine bulanmıştı. Mart ayı geldi endişelenme baş göstermişti ülkemizde 10-11-12 mart 65 üstü sokağa çıkmasın diğer insanlara da ‘Evde hayat var ‘demeye başladılar. Akşam haberlerinde ölü sayısı ülkemizden verilmeye başlamıştı. Her gece 24

 de ölüm sayısı açıklanıyordu sağlık bakanı tarafından, ölü ayrı, vaka ayrı, sayıları açıklanıyordu. Günün bittiği en son dakikada, oysa 24’ü bir dakika geçe belki bir ölüm daha gerçekleşiyordu. Entube, bulaş, corona, pandemi en son covit-19 denmeye başlayan

 kelimelerin ne anlama geldiğini bilmiyor anlamak dahi istemiyordum. Her gece artan ölüm sayılarını bekliyorduk. Bir insan canının dahi ne kadar kıymetli olduğunu bildiğimiz bir dünyada bugün ölüm az olmuş deyip teselli buluyorduk. Bir tesellimiz de diğer ülkelerden

 gelen yüksek sayıdaki ölüm haberleriydi. Biz de az inşallah biter diyorduk. Oysa bizde de artan sayılar can sıkıyordu.

Bu sıkıntılı günlerin birinde akşam vakti Ağabeyimi kaybettik. Bekliyorduk ancak hastalığın seyri çok çabuk ilerlemişti. Kısa zamanda akıbet geldi çattı. Duyurmak istemediğimiz ama kötü haberin tez duyulduğunu doğrulayıcı şekilde akşamdan sabaha kadar duyan eş dost, arkadaş, başsağlığı dilemek için aradığında teşekkür ediyor cenazeye gelmeyin iyi günde hep beraber oluruz diyorduk. Matemimizi yaşayamamış bu acı günümüzde bir arada olmamız gereken akraba ve dostlarımızla ancak telefon ile haberleşiyorduk. Virüs endişesi ile soranlara kanserden vefat etti diye açıklama yapmak zorunda kalıyorduk. Her ikisinin sonucu ölüm olmasına rağmen endişeli haberi bekleyenleri sanki rahatlatıyordu. Acımızın üzerinden bir hafta geçmişti bir günde üç sela verildi, korkar hale gelmiştik. Haberlerde dünyasını değiştirenlerin sayısı da her geçen gün artıyordu. Bu kabusun bitmeyeceğinin endişeli bekleyişi ümitleri zayıflatıyordu. Belediyemiz Hukuk Müşavirinin kalp krizi sonuçu vefatını duyduğumuzda sosyal medyadan arkadaşlarımızın paylaşımlarına yazıyorduk. Allah rahmet eylesin diye. Geçen hafta sonu Maski Genel Müdürümüzün biricik kızının, o illetin peşini bırakmadığı hastalığa yenik düşmesi sonucu üzüntülerimizi alışılagelmemişin dışında taziye mesajıyla bildiriyorduk. Allahım bu nasıl bir şey? Camilerin kapatılmasını hiçbir şekilde içime sindiremezken son görevimiz olan cenaze namazlarına da katılamıyorduk.

Balkondan baktığım zamanların hepsinde de cadde insan doluydu. Çift sıra park eden araçlar ile trafik polisleri baş edemiyor kaldırdıklarında daha caddenin başına varmadan arkasından tekrar araçlar çift sıra parka yanaşıyordu. Kötü günün iyi günden farkı yoktu. Ölüm haberlerine alışmış gibiydik. Artık dinlemiyorduk. Kıyas yapıyorduk diğer ülkeler ile.

Kabusun ne zaman biteceğini bilememek kabusun dozunu artırıyordu. Bize de bulaşsın da şu bekleyişten kurtulalım diyorduk. En kötü düşünce de ölüme razı etmesinin geleceği günleri beklemekti.

En son haberlerde Eylül diyorlar bir başka duyumda evrim değiştiren virüsle baş edilemiyor deniliyordu. Hala işin vahametini idrak edemeyenler bahse girmişlerdi. Bilim mi din mi? Bilimciler aşı ilaç derdine düşmüş, dinciler de hatim üstüme hatim indiriyorlardı. Oysa insanlık bitmiş bitmekle kalmamış düştüğü yerde kokuşmaya başlamıştı.

Bunu hala düşünemeyenler suçlu arama derdine düşmüşlerdi. İki günlük sokağa çıkma yasağında birbirine giren halk neredeyse yağma için kıvılcımı bekleyen potansiyel vatandaş, don gömlek evden fırlamış, ayıbını sırtına aldığı çuval dolusu ekmeklerle örtmeye çalışıyor, komşuma götürüyorum diyordu. Yarı aralanmış kepengiyle kapatıyor havası veren uyanık marketçi içeriye polisler tarafından yapılan baskında “Ne yapıyorsunuz burada?” diye soran polise içerisinin müşteri dolu olup her birinin raf aralarında köşe kapmaca oynayıp

 saklanmaya çalışan bir dolu insanı görmezden gelen şark kurnazı marketçi pişkin tavrıyla “Temizlik yapıyorum” diyebiliyordu.

Kim fırsatçı kim hesapçı bilemiyorduk. Hala bilim mi din mi diye bahis oynayanların her birinin ne bilim ne din değil cin olduğuna tanık oluyorduk. Birkaç insanî davranışın insan olarak bu olması gerekirken numunelik diye sosyal medyada videolarını paylaşıyor bir tıkla beğeniyor ama başa gelince başka bir yerde alıştığımız bir tıkla öne geçmeye çalışıyorduk. Yorulmadan kazanmaktan, terlemeyen emekten hala kazanç bekliyorduk.

“Bu da geçer yahu hu” demişti erenler. Elbette geçecek dünya başımıza yıkılmadığı müddetçe elbette geçecek ama insanlığın git gide canavara dönüşmesi giderek bitmeyecek. Bitmediği müddetçe bu musibetler de dünya döndükçe sıraya girecek.