Caminin içi sıva kaplanmış bir de bir kilo kireçle bir kova suyun karışımından oluşan badana ile boyanmıştı. Hiç tahmin etmediğim bir görüntüydü, testinin içinde ne varsa dışına o sızar misali bu kadar tuğla süslemesi olan bir caminin içinde sanat ve hat harikası, kalemişi işlemelerinin olmaması imkansızdır. Hayırsever cemaatin, sevabın tamamının kendilerine yazılmasını istediği bir zaman geldiğinde bir kova şadırvan suyu, inşaat çukurundan alınmış kireç hamuru, evden getirilmiş fırça çoban sopasının ucunda, boya; işte gösteriver bu hat bu ayet diye iki fırça darbesiyle inmiş kireç badana cemaat mahalline.

Bahçesinde şadırvanı orta yerdeyken çeşmesi dışa dönük, bahçe duvarı köprüsüne yakın yerdeydi. Ancak zamanımızda bir çok çeşme gibi fayans hatta desenlisinden olmak kaydıyla yozlaştırılmış, eskiyi andırması için kemeri sabit kalmış ancak o da fayans türlü şekilde kesilip yamultularak kaplanmış, kemer görünümü kaybedilmemişti. İstanbul’un varyasyonu rol modeli olarak kabul ettiğim Şehzadeler şehri Manisa çeşmeleriyle, bu yönüyle kendi modelini oluştururdu..

Çok sokak çeşmesi hatta bir çoğunun Karaköy’de olmasına rağmen hiç birinde süsleme sanatı, saçağı, şadırvanının lokma demirli korumalığı yoktu. Sıradan taş duvarın orta yerine takılmış boru veya kurnası yanında zincire vurulmuş tası (buna da şaşardım kitabesinde  hayrat olarak yaptıranın adı geçmişi yedi sülalesi yazılı ve içenin fatiha okuması istenirken) “Şu çeşmenin haline bak, su içecek tası yok, kırma insan kalbini yapacak ustası yok” misali çalınmasın diye zincirlenmesine şaşarım. Hayrat ve sevap olarak yapılan, suyun Cennet’te peygamberimize lûtuf olarak sunulacak kadar öneminin yanında su içeceklere hizmet eden tası çal. Bu nasıl bir anlayıştır? Şimdi çoğu çeşmenin esamisi okunmazken kalanların da ne kurna borusu, ne tası kalmış, harabe olarak bir köşede, sokağın orta yerinde, duvarın yamasında koruma kurulunun kararı ile kalmış vaziyetiyle böyle insanlığa böyle çeşme demek lazım gelir.

Akbaldır Deresi’nin dağdan gelen esintiyle suyunun rutubetini göğsüne sindirircesine içine çeken İvazpaşa’da ahşap oyması kakması bozulunca sıradan ahşapla yapılmış ama yılların gıcırdayan menteşelerde kalmış sesi olan beş vakitte açılan kapısı ile çıkmazdı içerideki küf kokusu.

Hadisler el yazması, süslemeler kalem işi, kapı üstünde kitabesi, ahşap oyma minberi. Seramikten ayetler, sanat şaheseri seramikler, rengarenk mihrap kıblesi, Esma-ül Hüsna hat yazılı kasnak silmesi. Kandiller sarkıyor kubbe tepesinden paslı zincirlere bağlı, aşınmış kapı söve mermerleri ellerden yağlı, gıcırdıyor ahşap mahfil merdivenleri, aralanmış menteşelerden namahrem kafesleri, halıların eskimiş desenleri, duvarlarında çınlıyor fatiha sesleri, loş ışığı ile ulviyeti, takılmış bir kıymığa paşa zevcesinin namazlağ örtüsünden kopmuş ilmeği. Müezzinin kaameti, imamın tilaveti, nakkaşların mahareti, hakkın hidayeti, hat yazılı kubbenin akustiği bu kadar ulviyetin bir arada bulunduğu ibadetin nuru ayyuka çıkarken, duyulan sesi, akustiği, tasavvufi nağmelerdi.

Böyle tasavvur edilir, böyle beklenir caminin kapısı besmele ile açıldığında, gönül arz-ı endam eder huşu ile eğilir cismim. Akıl dalar başını alır gider, kalbin yerinden çıkacak gibi heyecanın yükselirken göğsün dağlar gibidir alemi sindirir içine, ayakların yerden kesildiğinde evren suspus olmuş, başın göğe ermiş, çağırırcasına çınlarken kulaklarında ilahi ses, bir nefes üfler. Alem bir olmuşcasına hiçliğe gidiştir bu. Nur’dan settareye sarılıp sarmalanıştır bu.

Ama ne kadar gösteriş ile uğraşılsa da sonunda bir karış toprağın, mermerden dahi olmayan bir basit taşın, fatiha yazısıyla sonuçlanan hayatlar aynı caminin kıble tarafında ki haziresinde yatıyordu, hak’ka yürümüş canlar. Bu bölgede ki olmazsa olmazı olan çınarların hemen yanındaki derenin içinde olmasına inat, kocaman gövdesi ile uzayıp giden gövdeye benzer dallarıyla çitlembik ağacı, hazirenin sınır bekçiliğini yapıyordu.

35-40 yıl önce İvazpaşa Camii’nde; Tabiattan toplanan, renk veren çeşitli bitkiler kazanlarda kaynatılarak renklendirilen, çıkrıkta yapılan kök boyalı ipler ile genç kızların, kadınların, evde ahşap dokuma tezgahlarında dokuduğu el emeğinin ucuz, göz nurunun camı çatlak gözlükle büyütüldüğü yaşlıların, gece kandillerin altında arada bir beşikteki bebelerini salladığı gençlerin ninnilere karışan askerde olan eşlerinin hasret türkülerini söylediği, ıssız sinsi gecelerde dokunan halıları çalındı. Bu halılar, eski ve camiye hayır olsun diye verilen, çeşitli evlerden köylerden getirilen halılardı. Rengarenk, desen desen, her yörenin kendine has özelliğini yansıtarak kendi köyünden hikayeler anlatan, bebelerin tavandan sarkan salıncak beşikleri, yerde yuvarlanırcasına sallanan renkli boyanmış ahşap beşik gıcırtıları, bebelerin savaş yıllarında ki açlık gözyaşları, annelerin Çanakkale Türküleri ile hasret yaşı dolan   gözlerden dokunmuş, secdeye varan alınlara el sanatının emeğin değdiği yüzleriydi.

Bir de İvazpaşa’ya komşu, Spil’e yaslanmış kerpiç duvarlı, el sıvalı, beyaz basık tek katlı evlerde yeni yeni halıfleks kullanılmaya başlandığında eski denilen sanat eseri halılar bu camiye verilmişti hatta o kadar çoktu ki üst üste konmuş iki kat üç kat halı olmuştu. Hatırımda kaldığına göre halılar temizlik bahanesiyle bir gün önce yatsı namazından sonra bir köşeye toplanmış, sabah namazında halılardan eser kalmamıştı.

Yeri gelmişken tarih kitaplarına baktığımızda İvazpaşa’nın tarihte iki tane olduğu anlaşılıyor. Biri Bursalı Osmanlı devlet adamı, asker, çelebi, mimar, olup II. Murad döneminde vezirlik yapmıştır. Hatta Yeşil Cami’nin planını çizmiştir der. Diğeri; bizim İvazpaşa

 olmalı, tarihçiler bilmezken ben ne bilirim, en doğrusunu Allah bilir.