Bu köşeyi takip eden okurlarımız, dostlarımız, yıllardır demokrasiyi, adaleti, hukukun üstünlüğünü, temel hak ve özgürlükleri, ülkemizin devleti ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü, barışı, hoşgörüyü, savunduğumuzu çok iyi bilirler. Milletin devletine sadakatle bağlı tüm bireylerinin din, dil, ırk, mezhep, inanç ve etnik kimliği ne olursa olsun bu milletin asli unsuru olduğundan, hür ve eşit yurttaşlar olarak kabul edilmesi gerektiğinden ve Anayasamızın ilk altı maddesinden de asla taviz verilemeyeceğine olan yaklaşımımı da bilirler. Keza, ülkemizin ekonomik gelişmesi ve kalkınması, milletin refah ve mutluğunun artırılması, herkesin dilediği işi yapabilmesi, sosyal güvenlik haklarından kesintisiz yararlanabilmesi ve iş güvencesine sahip olabilmesi, huzur ve güvenliğinin sağlanması yönünde atılan adımları desteklediğimi, yanlış adımlar atıldığını gördüğümde de en ağır şekilde eleştirdiğim de bilinir. Bu bağlamda yazılarımdaki eleştirilerim ve övgülerimde de ölçüm budur.

                Kimileri taraflı yazdığımı düşünür. Evet, taraflı yazarım, tarafım yukarıda açıklamaya çalıştığım şekilde devletimin ve milletimin tarafıdır. Eleştirilerimden kimi zaman iktidar kimi zaman da muhalefet fazlasıyla nasibini alır. Nasıl ki; iktidarın ilk beş yılında demokratikleşme yönünde attığı adımları, ülke kalkınması için gerekli olan yapısal reformları gerçekleştirme, yatırımlar önündeki bürokratik engelleri kaldırma yönündeki girişimlerini desteklediysek aksine adımlar attığında ise en ağır şekilde eleştirdik. Nasıl ki; 27 Nisan e muhtırası ve 15 Temmuz hain darbe teşebbüsünde iktidarın yanında yer aldıysak, iktidarın terör örgütlerini muhatap alıp sözde açılım sürecine girdiğinde, Habur rezaletlerinin yaşandığında ise karşısına dikildik. Yergimizin de övgümüzün de ölçütü hep aynıdır. Doğru bildiğimi de söylemekten asla kaçınmam. Kimin hoşuna gidecek, kimin gitmeyecek ona da hiç bakmam.

                Bu kadar uzunca bir girişten sonra gelelim asıl konumuza. Neden bu kadar uzunca anlattım meseleye parmak basınca eminim siz de benimle aynı hassasiyeti göstereceksiniz.

                18. yüzyıl Osmanlı sadrazamlarından Koca Mehmet Ragıp Paşa’nın Mısır Beylerbeyliği döneminde yazdığı bir gazelinde yer alan bu mısra-i bercesteyi başlığa taşıdım. Bu mısraın yer aldığı beyitte paşa şöyle der:

                “Meyan-ı güft ü gûda bed-meniş îhâm eder kubhun

Şecaat arzederken merd-i kıptî sirkatin söyler”

Günümüz Türkçesindeki anlamı ise şöyledir. Mayası bozuk olanlar, söz esnasında farkında olmadan kusurlarını ima ederler. Nitekim Kıpti beyi de, kahramanlığını anlatmak için hırsızlıklarını örnek verir.

Seçim sürecinde ve sonrasında bu türden beyanlara o kadar çok rastladık ki; değinmeden geçemedim. Malum haber kanallarında konuşulanlara hiç dokunmayacağım bile onların artık milletin gözünde zaten foyaları çoktan meydana çıktı. AKP’nin itiraz sözcüsü Sayın Ali İhsan Yavuz’un sözlerini de artık ciddiye almıyorum.

Ancak malum haber kanalına telefonla bağlanarak tam da şecaat arz ederken sirkatin söyleyen MHP genel başkan yardımcısının sözlerine değinmeden edemeyeceğim.

Ne diyor bu zat? CHP'nin asıl hedefinin İstanbul'u yönetmek değil, tek adam rejimini devirip demokrasi getirmek diyor. Bununla da yetinmiyor bunun engellenmesini istiyor. Pes doğrusu. Varlık sebebi demokrasi olan bir vekil nasıl olur da böyle konuşabilir? Anlaşılan demokrasinin ne olduğundan bihaber.

CHP’yi bilmem ama benim ve benim gibi düşünenlerin amacı bozulmaya yüz tutmuş demokrasiyi yeniden rayına oturtmak, tek adamlıktan mahzurları giderilmiş yeni bir parlamenter sisteme geri dönmek, hukukun üstünlüğünü ve kuvvetler ayrılığını koşulsuz tesis etmek. Bunda bir aykırılık, tuhaflık var mı? Var mı itirazı olan? Olamaz çünkü Anayasamız da böyle emrediyor. Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devletidir diyor. Bu zatın sözleri resmen anayasa suçudur. Var mı soruşturma başlatan yürekli bir savcı? Ben duymadım. Var mı kendi partisinden ya da ortaklarından uyaran bir yetkili? Onu da duymadım.

Merdi Kıpti sirkatin söylerken bu zat da demokrasi düşmanlığını söyleyivermiş. Bir de engellenmelidir buyurmuş. Kim engelleyecek? Millet son sözünü sandıkta söylemedi mi? Beğensek de beğenmesek de milli irade böyle tecelli etmiş. Milli iradenin üstünde başka bir güç var mı? Mesajın kimedir, açık konuş kim engelleyecek? Böyle konuşan bir zatın, milletin seçtiği iktidarı deviren 27 Mayıs darbecilerinden, 12 Mart Muhtıracılarından, milli iradenin mabedi gazi meclisi fesheden, meşru hükümeti deviren, liderleri sürgüne gönderen 12 Eylül darbecilerinden ve de 15 Temmuz gecesi ülkeyi kana bulayan hain teröristlerden ne farkı var?

Türkiye’ye demokrasi, 14 Mayıs 1950 de halkın hür iradesiyle bir daha geri dönmemek üzere gelmiştir. Zaman zaman rafa kaldırılsa da halkın hür iradesi yeniden rayına oturtmuştur. Yoksa halkın iradesini de mi hiçe sayıyorsun?

Beğenmediğiniz İsmet Paşa 14 Mayıs yenilgisinden sonra kendisine gelen sivil, asker üst düzey bürokratların ve bazı CHP yöneticilerinin “paşam iktidarı bunlara teslim edecek miyiz?”  Sualine karşılık “aklınıza bile getirmeyin” cevabını vererek 1946 ayıbını telafi etmesini bilmiştir.  

23 Nisan’ı da düşünerek yazımı önceden hazırlamıştım. Ancak gelişen gündeme göre sonunu bağlamak üzere beklemeye almıştım. Düşündüğüm gibi de oldu. Sayın Devlet Bahçeli’nin demeci işin tuzu biberi oldu. Demokrasi getirecekler diye çemkiren yardımcısını uyarmak yerine İstanbul seçimlerini Beka’ya bağlayıp tuttu YSK’ya ayar vermeğe kalkıştı. Ertesi gün ise CHP genel başkanına yapılan hain saldırı gündeme oturdu. Esefle kınıyorum. Bununla ilgili düşüncelerimi yarın yazacağım. Bu arada Güneş gazetesinin manşeti bana, 3 Aralık 1945 tarihli Tanin gazetesi manşetini hatırlattı. Yarın onu da anlatacağım.

Artık Sayın Cumhurbaşkanının da söylediği gibi demiri soğutma zamanıdır. Kim demiri kor ateşe sürmek istiyorsa onun da haddi bildirilmelidir.

Kalın sağlıcakla…