Nasıl unuturum o eski günleri. Eski kelimesini duyunca bir hüzün çöker içime. Eski deyince; çocukluğum, gençliğim, sokağım, evim, mahallem, şehrim gelir aklıma. Köyler, ovalar, Sultan yaylası, bağlar gelir, bir de kulaklarımda kuş sesleri. Babamın, annemin genç yüzleri gelir, ağabeylerimin delikanlılıkları gözümün önündedir. Yeşil Philips marka bisikletimle yaptığım atraksiyonlar, ellerimi bırakıp dünyayı kucaklar gibi kollarımı açışım gelir. Rüzgarı okşar, güneşe uzanırken bulutlara tutunurdum. Çocukluk işte hayal kurar dururdum. Üç adımda gittiğim Muratgermen’e, soğuksa ceketi sırtıma, yağmurluysa başıma geçirirdim. Şemsiye mi? Dermişim.


 

Mevsimler gelir aklıma gelinciklerden önce papatyalar açardı bahar otlarının arasında. Bahar bayramında taç yapardı kızlar papatyalardan şarkılar söylenirdi hep bir ağızdan. Akpınar mesire yerimizdi suni gölde pedallı ördek görünümlü tekneler ile gezilir kuyruk olurdu her Pazar. Teypler, kaset çalarlar yok lambalı radyolarımız vardı. Onlar salonda büfe denilen camlı mobilya dolabının üzerinde durur, üstünde dantel işlemeli örtüsü bulunurdu. Çeyiz sandığı gibiydi. Kutsalımızdı radyo, her zaman açılmaz akşam havadisleri zamanı geldiğinde alay-ı vala ile açılır evdekiler susturulur ajans dinlenirdi. Onun için, bahar bayramı veya piknik anında müzik; eşpah dediğimiz kimselerin kiraladığı çalgıcılar olurdu, klarnet darbuka keman ve koro halinde söylenirdi şarkılar. ‘Rüzgar uyumuş, ay dalıyor her taraf ıssız. Ölgün bakıyor varsa uzak bir iki yıldız…’ Bu eşbah kimseler pikniğe bekar gelir rakı şişesinin dibine vurulur bazen “Ne bakıyorsun lan” kavgaları çıkardı. Uzadığında yan taraftaki aileler pılıyı pırtıyı toplar kaçar gibi kalkar giderler pikniğin içine edilirdi.


 

Zaman ilerlemiş yıllar geçmiş deniz kum akımı başlamıştı. O yıllarda araba herkeste yok hemen hemen kimsede yok. Ama nakliye, işi ekmek teknesi olduğu için at araba taşımacılığından sonra kamyon, olmaya başlamıştı. Pazar tatil, nakliye olmaz, mahalleli kamyonun kasasına doluşur çoluk çombalak, piknik sepeti aynı ama yanındaki çantalara mayolar havlular terlikler konur denize gidilirdi ama akşama ciğer gibi dönülürdü. Yokluk zamanıydı ama keyfimizin bol olduğu zamanlardı. Kamyon grubunun vazgeçilmezi darbukalardı. Darbuka da değil dümbelek. Bazı kalın kafalı çocuklara verilen addı bu ‘Dümbelek kafalı.’


 

Yazları babam bizi Çeşme Reisdere’deki tütün tarımı yapan amca çocuklarının yanına götürürdü. Tütün tarlaları deniz kenarındaydı. İlk birkaç gün denizin keyfini çıkarırdık misafirlik bittiğinde veya denizden sıkıldığımızda tütün dizmeye başlardık. Reisdere Köyü: Saf, berrak, tertemiz, katıksız, harbiden bir köydü. Köyün hemen yakınında üstüne bastırılmış gibi duran tepeyi aşınca mavi atlas serilirdi ayaklarının altına, boylu boyunca. Sabah esintisiyle dantelimsi beyaz çizgiler çizilmiş denize, her biri enginlerden gelmişçesine.


 

Beyaz kireç taşından yapılmış iki katlı evlerinin bahçe duvarları sokağı oluştururken onlarda aynı taştandı. Yolu duvarı, evi kenarı, bahçesi taşı, tütün kokardı her yanı. Ama tam bir Ege köyüydü. Arada görüntü ve dokuyu bozan farklı bir yapı yoktu. Köyün tamamı Arnavutluk'tan göç etmiş akrabaydılar biz de köydekilerle akrabaydık. Şimdi o evlerden bir kaçı kalmış tescillemişler, villa vari evler kaplamış her yeri. Katıksız eski Reisdere, o güzelim köy, ortaya karışık bir hal almış. Ne köy, ne de beyaz taşlardan bir eser kalmış. Bir köyü dahi koruyamamışız değilki şehirleri. Yazık. Şimdi her köy şehir gibi şehirden köye akın başladığından beri. Üç katlı köy evi mi olur Allahaşkına? Horoz sesleri duyulurdu daha köye yaklaşmadan, her ev birbirine benzer, ya kerpiçti, çoğu da taştan. Minaresi kısa, camisi kiremit çatılı olurdu. İç duvarlarında resimler, yuvarlaklar içinde küfî yazılar bulunurdu, yerde el dokuması kilimler. Sessiz sakindi her yer. Her yanınız huzur dolar, bir sevinç kaplardı her yanımızı. Ya köy mektebi? Öğretirdi eğitimi edebi. Köyden biri gibiydi öğretmeni.


 

Eski: Samimiyet, saflık demek, gösterişten uzak, sendeki de eski bendeki de. Ağası da aynı beyi de, fakiri, esnafı da. Memur belli olurdu kravatlı giyiminden. Kim bey kim fakir, birinde kasket diğerinde fötr şapkasından seçilirdi. Hava atılmaz hava alınırdı, tam bir çevreci hayatın adıdır ‘Eski.’ Ne araba var ne maraba, kömür yakılmaz meşe odunu veya bağ kütüğü yakılır, bağın çırpısından; patlıcan biber kızartılır, kastra kızdırılır, börek ve dolmanın alası pişirilir. Hani komşuya bir kap yemek götürülürdü ya, bazen “Loğusa yavrum, canı çekmiştir şunu götürüver” derdi annem. Nasıl canı çekmesin her bir yiyecek tabii, mahalleyi kaplardı kokusu, her yanı. Domatese vurdun mu bıçağı, önce kokusu gelir sonra tadı. Ya biberi patlıcanı, şimdi baharatlarda kaldı eskinin tatları.


 

Eskilere takıldı aklım.

Eskiyi duyunca hüzün kaplanır her yanım.

Ordamıyım, burdamıyım,

Kararsızım.

Bir elde mobil telefon

Ötede lambalı radyom.

Daha bugün gönderdim iade

Adressiz koliyi gerisin geriye

Teknoloji bu kadar ilerlemiş yani.

El kadar alet tanıyor hem seni hem sülaleni.

Eskilere takılı aklım, dalgalıyım

Bilmiyorum ne haldayım, efkarlıyım.

Durup dururken nerden çıktı şimdi bunlar?

Bir yere gitmek için, acaba hazırlık mı var?

İşte eski böyle birşeydir. Yeniler bilmez bunları. Ağaçtan meyve koparmayı, toza toprağa bulanmayı, araba sesi çıkarıp çemberi direksiyon yapmayı. Bisikletin maşasına mandalla tutturulmuş gelincik sigarası paketinden tekerin tellerine sürttürüp motor sesi çıkarmayı. Kaytanla toka döndürmeyi, cambalik tutmayı, yağlı çamurdan humba yapmayı. Çok matahmış gibi niye sayıyorum bunları?


 

Eskiye takıldım, cinlik gelmiyorki aklıma. Sâfidi çocukluğumuz. Kâfidi (elveren yetişen) gençliğimiz. Nâfidi (hayır ve faydalı şeyler yapan) hayatımız.