Bugünlerde yerli ve millilikten çokça söz ediliyor. Oysa icraata baktığımızda yapılan işler yerli ve milli olmanın çok uzağında. Yerli ve milli denilen birçok şeyin de düpedüz yabancı olduğunu görüyoruz. Hani alayı valayla ilk yerli otomobil 2018 de üretimde denildi, Türk mühendis ve işçisinin vücuda getirdiği ANADOL yok sayıldı ya. 2018 bitti otomobil ortada yok, dahası ortada fabrika da yok. Dahası konsorsiyum içinde yer alan firmaların sorumluluğunda olan aksamdan da ses yok. Enerji kısmını üstlenen Zorlu gurubu Çinlilerle anlaşma yaptı, hibrit otonun bataryası Çin işi olacak. Nerede kaldı yerli ve millilik. Biz biliyorduk da göz boyamak için yapılanların, söylenenlerin hepsinin havada kaldığını kandırılan aziz milletimiz de görür inşallah. Neyse bunları geçelim de başlığa taşıdığımız sözün üzerinde duralım biraz.

“Milli ekonominin temeli ziraattır” sözü Mustafa Kemal’e aittir. Tarım Bakanlığına ait yerleşkelerde, Ziraat Odalarımızda veya tarımla ilgili birçok kurumda bu söze rastlarsınız. Kolaycı zihniyet bu sözü sadece bir slogan olarak görür, taşıdığı anlam derinliğinin farkında bile değildir. Oysa bu sözde altı çizilmesi gereken anlam üretimdir. Zira tarımsal üretim olmazsa milli ekonomi de ilerleyemez. Osmanlı’nın son günlerinden itibaren Türk halkının genç kuşağı sürekli cephelerde oradan oraya savrulurken, birçoğu toprağa düşüp şehit olurken, tarlaları işleyecek kimse de kalmamıştı. Milli Mücadele başarıyla sonuçlanıp, yeni Türk devleti kurulunca cephedeki gençler de topraklarına döndüler. Artık askeri zaferlerin ardından iktisadi zaferlerin de kazanılması gerekiyordu. Bu yüzden Mustafa Kemal ziraatın önemine vurgu yaparak toprakların işlenmesi ve üretimin artırılmasını istiyordu. Topraklar işlendi, üretim artırıldı, ziraat mektepleri kuruldu, köylüye modern tarım öğretildi, zirai araştırma enstitüleri kuruldu, yerli tohum geliştirildi, fidancılık gelişti. Üretim arttıkça milli ekonomi de ilerledi. Pancar üretimi şeker sanayiini doğurdu, pamuk ziraatının yaygınlaşması dokumacılığı geliştirdi, Sümerbank’ı doğurdu, tütün Tekel’i büyüttü. Kuru üzüm, incir, fındık gibi ürünlerde dünya ticaretinde söz sahibi hale geldik.

Atatürk’ün ölümüyle yarım kalan zirai hamleler çok partili hayata geçişle birlikte, DP iktidarında da devam etti. Tarımda mekanizasyon gelişti, topraklar artık traktörle işlenmeye başladı. Kara sabanın yerini, pulluk, orak ve yabanın yerini biçer döğerler aldı. Kıraç topraklar daha fazla sulanabilir hale geldi, barajlar, sulama kanalları çoğaldı. Demirel’le birlikte toprağın suya hasretinde sona yaklaşıldı, dağlar delindi kilometrelerce uzaktaki barajların suları çatlamış topraklara akıtıldı. Bu millet haklı olarak ona barajlar kralı unvanı verdi. Sulanabilir, ekilebilir arazi arttı, üretim rekor seviyelere ulaştı, tarıma dayalı endüstriler, tarım makinaları sanayii gelişti, çiftçi köylü altın devrini yaşar hale geldi. Milli ekonomideki bu ilerlemeler sanayiin de gelişmesine yol açtı bir zamanlar toplu iğneyi bile ithal etme durumunda olan ülkemiz tekstilden, otomobile, demir çeliğe kadar birçok malı üretir, ihraç eder hale geldi.

Ya bu gün?

Şeker kanunuyla gerileyen pancar üretiminden sonra şimdi de şeker fabrikaları sırf şehir merkezleri içinde kalan arazilerinin rant değeri sebebiyle yok pahasına birer, birer elden çıkarılıyor. Tekel tümüyle yabancılaştı. Sümerbank tesisleri de kalmadı. Süt Kurumu marka değeriyle beraber yok pahasına gitti, Et Balık Kurumu da öyle. Şimdi Et ve Süt Kurumu olarak yeniden kuruldu ama üretim için değil, ithalat için. Hayvancılığımızı bitirdiler, Türk köylüsüne vermedikleri desteği, Brezilya köylüsüne, Sırp köylüsüne verip besmelesiz hastalıklı et ithal ediyorlar. Mercimekten, nohuta, kurufasülyeye kadar ithal etmediğimiz bakliyat kalmadı. Nerede yerli ve millilik? Bu ülke saman ithalatını bile gördü ya, yazıklar olsun. Ondan sonra da paramız var ki ithal ediyoruz diyebilen bir tarım bakanımız var. Pazarlar el yakıyor, uzatılan mikrofona domates, biber, patlıcan fiyatlarından yakınan vatandaşa, ocak, şubat ayında yaz sebzesi yemeyin diyebilecek kafalar var. Yahu adam ejder meyvesi yemiyor ki, alt tarafı domates, biber, patlıcan. Seracılık sayesinde her mevsim yetişiyor zaten. Kaldı ki, kereviz, pırasa, ıspanak gibi kış sebzeleri kaç para?

Halk bu duruma isyan ediyor ama muhalefet de yeterince bu konuların üstüne gidemiyor. O yüzden yeni bir çıkış yolu aranıyor. Çoban ateşi onun için yanıyor. Çoban ateşine bir odun da biz atalım diye Cumartesi günü Antalya’daydık, Antalyalı bizi bağrına bastı, kucakladı.

Yasaklı günlerdeki Antalya mitingi hatırıma geldi. Cumhuriyet meydanı sanki düşman geliyormuş gibi, iş makineleriyle, kamyonlarla, güvenlik araçlarıyla çepeçevre kuşatılmıştı. Hayvan pazarına yönelttiler bizi, arkamızda, önümüzde yüzbinlerce vatandaşla oraya yöneldik. Şarampol caddesinden saatlerce çıkamadık, otobüsümüz hayvan pazarına vardığında vatandaş selinin bir ucu hala Şarampoldeydi. Alana geldiğimizde miting saati geçti denilerek konuşturmadılar. Müdahale eden milletvekillerimiz Köksal Toptan ve rahmetli Abdürrezak Ceylan coplandılar, biz de nasibini alanlardandık. Rahmetli Demirel mikrofonu aldı devletimizin kurallarına uyacağını beyan ederek konuşma yapmayacağını, maksadın hasıl olduğunu Antalya halkının coşkusuyla zaten konuştuğunu söyledi. Yarım milyona yakın insan kırmadan, dökmeden sessizce dağıldı. Antalyalılar 40 küsur yıl sonra12 Ocak günü gene varlığıyla konuştu.

Antalya’ya gelmişken narenciye reçellerinden almadan olmaz. 1934 yılında Atatürk’ün direktifleriyle kurulan kısaca Narenciye olarak anılan Tarım Bakanlığına bağlı Batı Akdeniz Tarımsal Araştırma Enstitüsüne gittik. 220 dönüm arazi üzerine kurulu narenciye bahçeleri ve gıda işleme tesislerinin bulunduğu bu araştırma merkezi arazisi, geçtiğimiz Haziran ayında Hamidiye Vakfı adına tescillenmiş. Antalya halkı isyanlarda. Vakıflar Genel Müdürlüğü açıklama yapmış. Arazinin, idaresini genel müdürlüklerinin yaptığı mülhak vakıflardan Hamidiye Vakfına ait olduğunu yapılan işlemin sadece bir tapu tescilinden ibaret olduğunu beyan etmiş. Ancak tabi ki bu açıklama kimseyi tatmin etmiyor, 84 yıldır tarım bakanlığına yani devlete ait olan bu arazi neden bugün başka bir devlet kurumunun idaresindeki bir vakfa devrediliyor? Yarın vakıflar kanununu değiştirip ecdat yadigarı bu toprakların bir başkasına satılmayacağı, ne malum? Bu konuyu etraflıca araştıracağım.

Hoşçakalın, sağlıkla kalın…