Batıdan, İzmir’den daha doğrusu Hacıyahya Camisi’nden de gelseniz ki Karaköy buradan başlar, Doğudan, Sultan Camii virajını dönüp de gelseniz, yukarıdan Spil, başı efkardan Dumanlı Dağın eteklerinden, Çaybaşı’nın başından, ulu çınarların arasından, değirmenlerin dönme dolaplarından çocuk kahkahalarını andıran şakırdayan sularının dökülen serinliği ile serpintilerinden, bin bir köprünün kıyısından, üstünden geçip, Akbaldır Deresi’nin kayaları söküp sürükleyen, buz gibi suyu gibi çağlayıp gelseniz de. Molla Şaban Sibyan Mektebi’nden Güneye yukarı doğru Aynali’nin Fatiha’sıyla, Boyahane Köprüsü’nden geçmeseniz de Manisa’nın merkezi Kırmızı Köprü’den mutlaka geçersiniz. Hangi yöne giderseniz gidin bu köprüden geçmeden yönelemezsiniz.

Fatih’in İstanbul surlarını döven Urban’ın toplarını andıran kocaman yuvarlak kayalara vuran suyun Boyahane Köprüsü’nden sonra nasıl sakinleştiğini sığ bir dere yatağı olan yolla bir olmuş vaziyette aktığını çocukluk aklımla çözememiştim. Zaten Molla Şaban’a gelince dere mi yol, yol mu dere olmuş, ne heybetli çınarları, ne de Urban’ın topları kalmamış. Çakıl taneleri, yumruktan biraz büyük taşları ile ne Çaybaşı’nda ki bin bir köprünün bir tanesi kalmış, ne de esamesi okunmuyordu derenin.

Kırmızı Köprü’den geçip de Attar Hoca Camii’nden Hacıyahya Camisi’nin köşe duvarına yapışmış, dağın eteğindeki Arapalan, Narlıca, Lalapaşa, Dere mahallelerinden ovaya gelip giden at arabalarının atlarının, arabacının at arabası tekerinin ahşabının kurumaması için kova kova suyu tekere çarparak suladığı, eşeklerin, hatta sığır alandan inen sığırların su içtiği, altına girip yıkanacakmış gibi banyo duşu vaziyetinde yukarıdan yalağa doğru uzanmış uzunca borusundan şarıl şarıl akan çeşmesine yönlendiğinizde bu çeşmeye kadar Karaköy kahvehanelerinin önünden geçersiniz.

(Yeri gelmişken rahmetli babamın bu çeşmeyle bir anısını paylaşayım. Manisa Yunanlılar tarafından işgal edildiğinde babam 7-8 yaşlarında ve Narlıca Mahallesinde oturmaktadırlar. Hacı Yahya Camisi’nde su içmek için çeşmeye yaklaştığı esnada yunan askerleri katırlarını sulamak için babamın ezilmesi maksadıyla onca katırı çeşmeye sürer, babam katırların arasında kalır ve yere düşer ancak onca katır babamı ezmemek için üzerine basmadan hatta basan katırlar hafifçe basarak su içip giderler.) İşgal, tecavüz, katliam, yangın ve hayvan dediğimiz katırlar!

Ahşaptan yapılmış küçük bölmelerden oluşan camekanlarının silmekte zorlanan çaycının alel usül silinmiş kirli paslı camlarından içerisinin gözükmediği, içeriye girmekten üşenip içeride birini ararken cama ellerinizle gölge yapıp cama burnunuzu dayadığınızda içeriyi daha da görünmez bıraktığınız bu kahvehanelerin en meşhuru Kırmızı Köprü’ye bakan yuvarlak köşe duvarına  monte edilmiş kapının lentosunda yolun köşesine asılmış gibi duran birbirine dönük iki ay ortasında tek yıldızlı kapısıyla Muharremin Kahvesi’dir. Yaz ikindilerinde Çaybaşı Deresi’nin taş duvarının yanına atılan, üç sandalyeyi bir kişinin zapt ettiği sandalyeler, tavla pullarına şak şuk seslerine ritmi verdiren zarların kurumuş tavla tahtası üzerindeki takırtıları, Arnavut taşlı yoldan yukarı çıkan at arabasının dingil sesine karışır, buz gibi yayla su ile birlikte gelen tavşan demi çaylar kahkahalar eşliğinde içilir, ikindi vakti panayır havasındadır köprü, kahve, dereboyu, cadde. Karaköy camilerinden ikindinin ezanları bu vaveylayı bıçak gibi keserdi. Çaybaşı Deresi’nin Uluçınar yapraklarının hışırtıları yıllarca bu sesleri kendince makam haline getirmiştir. Hafif esintiyle bu sesleri duyar gibi olur, maziyi hatırlatan şarkılar gibi çocukluğum, gençliğim aklıma gelir.

Kahveye komşu evler yukarı doğru uzandıkça mahcubiyet, erkek mutaassıbı gevşer. Onlar da kapılarının önüne minder hasır kilim sererler sohbete dalarlar. Canı kahvenin yanı başında ki evin önünde oturmak isteyen kızını da alır gelir. Bu evlerden hangisi onlarındı tam bilmiyorum ama, galiba yakın evlerden biri Cumhuriyet Gazetesi’nde köşe yazarı Hikmet Çetinkaya’ların eviydi...  DEVAM EDECEK.